13 Kasım 2013 Çarşamba

Balkan Baklava!

Araya uzun bir boşluk girdi; ama şu an paylaşacak daha çok şeyle bir yazı yazacağım. Hatta aklımdakilerin çoğunu yazmaya ne yer kalacak ne de zaman sanırım.

1 Kasım'da Belgrad'a gidiş, 5 Kasım'da Saraybosna'dan dönüş şeklinde bir programımız oldu Aynur'la. Gitmeden önce bir miktar araştırma yaptım, kültürlerine, tarihlerine göz attım, gidenlerin yazdıkları blog'lara göz attım; yani  asla Beyrut kadar hazırlıksız değildim :) Uçak biletimizi üç ay önce ilk aldığımız zaman kafamda soru işareti oluşturan nokta Pegasus'un internet sayfasında tüm Balkan ülkeleri biletlerini gidiş-dönüş şeklinde satma kuralıydı. Hem de karşınıza çıkan uyarıda "... Sırbistan makamlarıyla varılan anlaşmadan dolayı tek yön bilet alınamayacağı ..." şeklindeki tumturaklı bir cümle kullanılması kıllanmama sebep oldu. Olmaz olmaz dememek gerekiyor. Beyrut havaalanında kalacak yer ayarlamadığımız için ülkeye girmesine izin verilmemiş ve polis memurunun otel görevlisiyle Arapça yaptığı pazarlıklar sonucu geceliği 75 dolara bir otelde konaklaması zorunlu tutulmuş birisiyim! Hem de memurun önce 150 dolar dediği fiyatın tüm zırlamalarımız sonucu 75 dolara düşürülmesi sonucu. Ne kadar güven zedeleyici bir hadise olduğu aşikar sanırım. Çok da basit bir çözümü varmış üstelik: Ülkeye gitmeden evvel herhangi bir otelin adresini alıp, pasaport kontrolü esnasında verilen kağıda o adresi yazmak..

Uçak biletiyle ilgili endişemi yaygın bir tur operatörünü arayıp müşteri gibi bilgi isteyerek giderdim. Adamın kendinden yüzde bir milyon emin olduğunu söylemesiyle endişelerim sıfırlandı desem yalan olmaz. Böylelikle gidiş ve dönüş biletlerini farklı şehirlere aldık. Gitmeden evvel yaptığım son araştırmalarda fazla korkulacak bir şey olmadığını anlayınca geriye sadece nereleri gezelim, ne yiyelim soruları kaldı..

Belgrad'a gitmeden önceki gün Hostelworld'den araştırıp %96 not almış olan In Old Shoes Hostel'de kişi başı 10 euro ücretle iki kişilik yer ayırttım. Ardından da iletişim adresine e-posta göndererek gece -yerel saatle- 22.30 sularında ineceğimizi, hostele nasıl gelebileceğimizi sordum.. Cevap hemencecik geldi. Hava alanından kalkan 72 numaralı otobüse binip son durakta inmemiz ve ardından 100 metre kadar yürümemiz gerektiği yazıyordu. Biz de deneni yaptık ve hostel'i bulduk. Her ne kadar apartmanın girişinde bir tabela bulunmasa da zillerden birinin üzerinde yalnızca "hostel" yazıyordu ve o zile bastık. Megafondan tek kelime bile anlaşılmayan "konuşma" demeye bin şahit gerek bir takım cızırtılar duyduk. Sonra İngilizce olarak kendimizi tanıttık ve hostele geldiğimizi söyledik. Yaklaşık 1 dakika sonra apartmanın ışığı yandı ve birisi yanımıza gelip kapıyı açtı..

Nikola Tesla Havaalanı'na indiğimizde pasaport kontrolden kolaylıkla geçtik. Daha sonra gayet yavaş ilerleyen banka kuyruğuna girerek 50 euro değerinde Sırp Dinarı satın aldık. Malum hava alanı şehre nazaran daha çok komisyon alınan bir yer. Ardından 23.50'de kalkan 72 numaralı otobüse bindik. İlk izlenimim kadınların beyaz, ince ve güzel erkeklerinse ayyaş olduğuydu :) İnsanlar genelde birbirine rahatsız edici bakışlar çevirmiyordu ve herkes kendi halindeydi. Gece geç bir saat olmasına rağmen pek çok insanın sokaklarda olduğunu gördük. Aynur, Belgrad'ın geceleri güvenli ve hareketli bir yer olduğunu okuduğunu söyledi. Genç nesilde hemen hemen herkes İngilizce konuşuyordu. Daha üst jenerasyonlarda oran düşüyordu. Hostele vardığımızda kapıyı açan kişi, sonradan gayet iyi duygularla ve özlemle vedalaşacağımız Avustralyalı Phil'i, çok hızlı konuştuğu için anlamakta epey zorlandım. Bir de aksanı sebebiyle. Duyduğum anlaşılması en zor Avustralya aksanıyla ve son derece duraksız konuşuyordu. Arada seçtiğim kelimelerden çoğu şeyi anlamaya çalıştım.

İlk gece hostele vardığımızda saat 00.30 olmuştu. Altı kişilik bir odadan yer ayırtmıştık. Odaya girdiğimizde sadece bir yatağın dolu olduğunu, ama kendisinin henüz gelmemiş olduğunu gördük. Aynur duş aldı. O arada Phil bana bir harita verdi ve yaklaşık 15 dakika boyunca harita üzerinde gezilebilecek yerleri, nerede ne görebileceğimizi ve ne yiyebileceğimizi anlattı. Ardından hosteldeki ortak kullanım alanlarına dair bilgiler.. Kendisine şükranlarımızı sunarak odaya geçtik ve eşyalarımız dolaba yerleştirdik. Gece 1 civarında odadaki diğer arkadaş geldi. Selamlaşmanın kısa süre sonrasında sohbete daldık. Amerika, Ohio'lu, 28 yaşında bir kız. Londra'da grafik tasarımcısı olarak çalışıyor. Adı Adrienne. Dünyayı geziyor. Berlin'den yola çıkmış. Prag, Bratislava, Saraybosna, Belgrad... derken sıradaki durağının İstanbul olduğunu öğrendik ve eve davet ettik. O da gayet memnun olarak kabul etti. Ardından birbirimizin iletişim bilgilerini alarak geceyi kapattık ve ertesi güne tazelenmek üzere uyuduk..

Son derece dinlendirici bir uykunun ardından hosteldeki kısıtlı sayıda yiyecekle "kahvaltımsı" yaptık. Ardından yola düştük. Henüz yürümeye başlamamızın beşinci dakikasında bir bakkala girdik. Ekmek, peynir, muz ve hediye olarak iki adet ufak şarap aldık. Biraz ilerdeki bir parkta, bakkaldan aldığımız yiyeceklerle bu kez "kahvaltı" yaptık :) Hava son derece hoştu. 20 derece civarlarında, güneşli ve açık. İstanbul'dan çok daha soğuk olması beklentisiyle bu da bizim şansımız oldu.. Parktan çıkıp yürümeye koyulduk. Belgrad'ın İstiklal'ı sayılabilecek Mihaila Caddesi'ne geldik. Pek çok hediyelik eşyacı vardı. Son derece orjinal eşyalar da vardı.. Caddenin bittiği yerde Kalemagdan isimli devasa bir park var ve içerisinde koruluk, hayvanat bahçsi, tarihi saat kulesi, bir müze, sanat galerisi ve bazı anıtlar bulunuyor. Bu parkta epey zaman geçirdik. Şehrin akciğeri denebilecek bir yer. Aynı zamanda sosyalleşme bölgesi. Banklarda yaşlı teyzeler sohbet ediyor, çiftler bebekleriyle gezintiye çıkmış, insanlar spor yapıyor.. Kalemagdan'ın en ucunda harika bir manzara: Tuna ve Sava nehirleri birleşip tek kol olarak akmaya devam ediyor. Nehrin öte yanı alabildiğine yeşillik. Nerdeyse nehrin içine girmiş derecede yemyeşil. Doya doya bakmak bile huzur bulmak için yeterli. Bu haliyle bir Türk şehrinden ziyade Avrupa şehrine benziyor. Nüfus 2 milyon civarında ve bunaltıcı insan kalabalığı yok. Yalnızca toplu taşım araçları hep dolu ve kalabalık..

Şehrin diğer ucundaki St. Sava Church'e gidip oradan yürüyerek hostelimizin olduğu bölgeye dönmek istiyoruz. Ama sırtımızdaki çanta şarapların da etkisiyle anbean daha ağır gelmeye başlıyor. O yüzden önce yol üzerindeki hostelimize uğrayıp ağırlıklardan kurtulmaya karar veriyoruz. Şarapları ve bazı gereksiz eşyaları bırakıyoruz. Öğlen saatleri. Phil hostelde değil, genç bir kız var. St. Sava Katedrali'ne yürümeden nasıl gidebileceğimizi soruyoruz. Moskova Oteli'nin önünden (burası için bir buluşma noktası) kalkan herhangi bir otobüse binip iki durak sonra inip on dakika da yürümemizi söylüyor. İki durak dediğim iki kilometre kadar! Bizimki gibi 300 metrede bir durakları yok. Genç kız iki durak için para ödemeye gerek olmadığını, turist olduğumuz söylersek yardımcı olacaklarını söylüyor. Biz de bu yüzden herhangi bir kart almadan otobüse biniyoruz. Henüz 1 dakika sonra yanımıza beyaz t-shirt giyen bir kadın geliyor ve suratımıza bakmaya başlıyor! Elinde de pos cihazına benzer bir makina.. Sırpça bir şeyler söylüyor. Biz de İngilizce olarak turist olduğumuzu söylüyoruz. Kadın Sırpça konuşmaya devam ediyor. Çevremizdeki diğer insanların sadece iki saniye kafalarını çevirip sonra geri çevirmelerinden insanların kayıtsızlığı belli oluyor. Bu durumda kimseden yardım istemeye gerek olmadığını düşünüyorum. Kadına ne kadar ödememiz gerektiğini soruyorum. Hemen anlamışçasına cebinden 1000 dinarlık banknot çıkartıp gösteriyor. Bir önceki gece hava alanından bile şehir merkezine kişi başı 200 dinara geldiğimiz için durumun abesliğini farkediyoruz. Aynur ile aramızda kimsenin anlamadığını bilerek Türkçe konuşmanın rahatlığı var:) Kadına 300 dinar çıkartıp veriyoruz, hakkımızı helal etmeden! Zaten 15 saniye sonra da iniyoruz.

Otobüs durağından St. Sava Katedrali'ne yürüyoruz. Dışardan bakıldığında cami mimarisi. Ama huyumuz benzer ki, tüm kubbelere haç koyulmuş ve kiliseye dönüştürülmüş. İçerisi oldukça gösterişli. İlk önce gezdiğimiz yerin St. Sava Katedrali olduğunu anlamadan aramaya devam ediyoruz, sanırım bize daha ziyade cami gibi geldiğinden ve haritada kapladığı devasa yer ve atfedilen önem ile gerçekteki sıradanlığından olsa gerek. Katedrali arıyor; ama bulamıyoruz. Ardından yoldan geçen iki kıza soruyoruz. Sırıtarak bize az önce gezdiğimiz yeri gösteriyorlar. Biz de şapşallığımıza gülüyoruz..

Yaklaşık 15 dakika yürüme mesafesinde Nikola Tesla Müzesi var. Oraya doğru yürüyoruz. Yolda genç bir çifte yol soruyoruz. Aynı istikamete doğru gittiklerini söyleyip bize eşlik ediyorlar. Son derece sıcakkanlı, yardımsever ve tatlı bir çift. Yollarımızın ayrıldığı yerde bize kalan 5 dakikalık mesafeyi de tarif ediyorlar. Bu arada sanırım Belgrad'daki en yaratıcı hediyelik eşyaları satan dükkanı Aynur tesadüf eseri görüyor. İçeriye dalıyoruz. İçerdeki genç kadının nerdeyse tek kelime dahi İngilizce konuşamaması ise bana çok tuhaf geliyor.. O kadar hoş tasarımlı ve değişik şeyler var ki; şeytan diyor ki dükkanı satın al! Ama bir de kadınla anlaşabilsek! Güleryüzlü birisi ancak; beş-altı kadar eşya almayı düşündüğümüzü, nakit ödersek indirim yapıp yapamıyacağını vücut diliyle anlatmaya çalışınca akla karayı seçiyoruz. Kara kazanıyor ve yapmıyor. Biz de bir kere zıvanadan çıkmış hediye severler olarak yaklaşık 80 dolarlık alışveriş yapıyoruz. Sırbistan için bizim neredeyse iki katımız denecek bir para. Ardından yola devam ediyoruz ve müzeye geliyoruz. Ama cumartesi günleri saat üçe kadar açık olduğu yazıyor ve ne yazık ki 45 dakikayla kaçırıyoruz. Tekrar yola devam..

Hava biraz erken kararıyor. Saat 4 civarında neredeyse güneş tamamen gitmiş halde. Karnım gurulduyor. İlk gördüğüm yere girmek istiyorum. İlk yer biraz kokulu olduğu için ikinci gördüğümüz yere giriyoruz. Tabi ki fast food değil. Tabldot restoran gibi bir yer. Çorbalar, salatalar, ana yemekler, tatlılar.. İki farklı çorba görünüyor camekanın arkasında. İlkinin adı veal soup. Hoş görünüyor. İkinciyi sorduğumda "It is not a soup in fact, it is çorba"! cümlesini tam da bir Türk gibi "çorba" diyerek söylüyor ve dumura uğruyorum. Çorba ile "çorba" arasında ne fark olduğunu çok merak ediyorum ve onu deniyorum. Bence aynı. Tadı da son derece güzel. Yemekler bizimkilere benziyor. Sebzeli yemekler var. Fiyatlar bizim için oldukça uygun.

Yemeğin ardından büyük bir bulvar boyunca hostelimizin bulunduğu doğrultuya yürümeye devam ediyoruz. Yol üzerinde öncelikle Tasmajdan isimli park var. Şehirde pek çok park var zaten. Burda biraz çocuklaşıp parktaki değişik oyuncaklara biniyoruz Aynur ile. Bizi izleyen iki yaşlarındaki bir çocuk ve ailesi de eğleniyorlar. Çocukları da bize dahil oluyor ve onu da eğlendiriyoruz! Ardından ailesiyle sohbet ediyoruz. İngilizce bilmiyorlar. Vefakar Almancam ile beş on dakikalık sohbeti kotarabilecek kadar konuşuyoruz. İnsanlar İstanbul'dan geldiğimizi veya Türk olduğumuzu duyunca genelde hoşlanıyorlar. Sanki gözlerinde imrenen bir bakış var..

Ardından bu parktan ayrılıp aynı bulvar üzerindeki Sırp Ulusal Tarih Müzesi'ne giriyoruz. Saat 17.45 ve müze 19.00'da kapanıyor. Neyse ki oldukça ufak bir müze; zaman heryeri gezmeye yetiyor. Tarihi kronolojiyi 1804 yılında ilk Sırp isyanları ile başlatmaları değişik hissettiriyor. 1804'ten önceki kısım Osmanlılar, Avusturya-Macaristan, Roma İmparatorluğu alel acele anlatılıp geçiliyor.. 1804'ten sonraki kısımda da Osmanlı ve Türk adına sıklıkla rastlanıyor. Bu coğrafyada bu kadar baskın olduğumuzu bilmediğim - en azından bu kadarını tahmin etmediğim - için biraz şaşırmış hissediyorum. Türkçe ile benzer ve hatta aynı kelimeler de sıklıkla geçiyor. Hediyelik eşya dükkanındaki kadının telefonda Sırpça konuşurken "müşteri" demesi gibi..

Müzenin biraz ilerisinde Parlemento binası var. Etrafta toplasan 50 etmeyecek sayıda polis var. Son derece rahatlar. Neredeyse ana giriş kapısına kadar gidip rahatlıkla fotoğraf çekebilmemiz "çok şükür burası bizim ülke kadar paranoyak değilmiş" dedirtiyor. Polisin rahat tavrıyla sabah da karşılaşmamız ve hatta içlerinden komik bir tanesiyle hatıra fotoğrafı çektirmemizi anımsıyorum. Parlemento binasından sonra bir miktar daha yürüyüp Belgrad'ın en büyük meydanı olan Cumhuriyet Meydanı'na geliyoruz. Burda bir süre oturup soluklanıyoruz. Meydan canlı ve ışıltılı. Geceleri insanlar eve kapanmıyor. Özellikle kadın sayısının fazlalığı kimsenin onları yadırgamaması bizim tarafımızdan hissedilebilir bir özellik. Burda da bolca fotoğraf çekiyoruz. Pilimiz artık bitmek üzere. Ama kararlıyız; gece hayatına dahil olmadan buradan gidemeyiz. Önce hostele uğrayıp biraz dinlenmek istiyoruz. 15 dakikalık yürümeyle varıyoruz hostele. Yaklaşık 1 saat yürüyüşle her yere varılabilecek bir şehir. Gerçi Sava nehri şehri ikiye bölüyor ve nehrin öte yakası modern bir şehir havası verdiği için bize pek cazip gelmiyor. Genelde uzun binalar ve büyük bulvarlar, alışveriş merkezleri, şirket binaları var nehrin öte yanında. O yüzden turistlerin o tarafa uğradığını pek sanmıyorum. Nitekim hava alanından gelirken otobüs o tarafta epey dolanıyor ve o kadarı bile benim bünyeme yeterli geliyor.

Hostelde çay içiyoruz, biraz internette takılıyoruz ve dinleniyoruz. Saat 21 civarları. Adrienne bugün erkenci. 4 gündür bu şehirde olduğu için bizden daha tecrübeli ve ona hangi barlara takılabileceğimizi soruyoruz. Barlar sokağı benzeri sokaktan bahsedip orayı öneriyor. Adı sanırım Skadarska. Biraz dinlendikten sonra oraya yürüyoruz. Hakikaten çok hoş bir sokak. Tarihi taş binalar, her yerden müzik sesi ve alkol kokusu geliyor. Genellikle geleneksel müzik. İnsanı rahatsız eden tonda bir müzik değil. Çalgıcılar her masayı dolaşıp bir şeyler çalıyorlar. Sokak çok hareketli. Biz de biraz etrafı keşfettikten sonra bir yere oturuyoruz. Garsondan bize yardımcı olmasını rica ediyoruz. İkimize farklı yerel içkiler getiriyor. Aynur kendininkini içemiyor ve benimkinin aynısından ona da istiyoruz hemen akabinde. İçkileri viskiye benziyor. Biraz daha tatlı hali gibi. Ama kokusu keskin. Ben yanında deniz mahsülleri tabağı istiyorum. Ne yazık ki bir büyük hayal kırıklığı. Çok uyduruk çıkıyor. Çalgıcılar bizim masaya uğramıyor, işimize de geliyor. Zaten müzik her yerden duyulduğundan bedavaya dinleme şansı buluyoruz :) Yaklaşık 2 saat kadar hoş zaman geçirdikten sonra hostele dönüp kendimizi yatağa zor atıyoruz.

Ertesi sabah Phil ile kahvaltıda sohbet ediyoruz. Belgrad'dan Saraybosna'ya geçeceğimizi söylüyorum. Kapıdan kapıya minibüsler olduğunu otobüsle aynı fiyata -25 euro- bizi götürebileceklerini söylüyor. Son derece mantıklı. Ertesi sabah erkenden yola çıkmak istiyoruz. Yolun 5 saat sürdüğünü söylüyor Phil. Böylelikle akşam olmadan Saraybosna'yı da gezme şansımız olacak. Minibüsle alakalı her konuda epey yardımcı oluyor ve saat 8-9 arasında bizi almaları konusunda sürücüyle anlaşıyor. Bu gelişmenin ardından Saraybosna'da gene Hostelworld'den Balkan isimli bir hsotel ayarlıyorum. Hem de bu defa çift kişilik oda. 27 euroya.

Böylece hostel'den gönül rahatlığıyla çıkıp Belgrad'daki son günümüzün tadını çıkarıyoruz. Nehrin kıyısında bisiklet kiralandığını ve bisikletle Ada isimli güzel bir yere gidilebileceğini söylüyor Phil. Biz de Kalemegdan'a gidip bol bol fotoğaf çekiyoruz.Hemen yan tarafta kilisede bir kalabalık var. Bir bebek vaftiz ediliyor. Biz de izliyoruz. Yakındaki Mihaila Caddesi'nde ve etrafta gezdikten sonra karnımız acıkıyor. Fazla uzaklaşmadan "?" restoranına gitmeye karar veriyoruz. İlk gün Phil'in de tavsiye ettiği ve gelmeden önceki araştırmamda da adına rastladığım bir restoran. Fiyatlar burası için tuzlu; ama Türkiye'den ucuz. Yemekler hoş. Güveçte bir et yemeği yiyorum ve çorba. Aynur da çorba ve vejeteryan bir yemek. Restoranın gayet hoş bir bahçesi var. Biraz da orada oturup tatlı yiyor ve birşeyler içiyoruz. Menüde Sırpça yazan tatlı isimlerinin çevirilerinden ve içeriklerinden de gözümüzde birşey canlanmadığı için garsona danışıyoruz. Garson seçimi bana bırakın manasında hemen harekete geçip çok hoş dediği tatlıyı masaya getiriveriyor. Tanıdık çıkıyor: Baklava. Tadı güzel; ama Antepinkinin yerini tutmaz..

Belgrad: Sava ve Tuna
Tıka basa doyduktan sonra nehir kıyısına inip bisiklet kiralanan yere zorlukla ulaşıyoruz. Saat 15.30 olmuş durumda. Az sonra hava kararacak. Hemen bisiklet kiralayıp nehir kıyısındaki bisiklet yolunda gitmeye başlıyoruz. Bisikletin günlüğü 500 dinar. Saatliği 200 dinar olduğundan günlük kiralamaya karar veriyoruz. Çok sayıda spor yapan insan var. Şanslıyız ki hava gene güzel. Gün batımı manzarası olağanüstü görünüyor. Gökyüzü kızıl. Yansımalar nehre ve karşıdaki ormanlık alana vuruyor. Durup biraz fotoğraf çekiyoruz. Sonra tekrar devam. Saat 9'da bisikletleri teslim etmemiz gerekiyor. Bu zaman diliminde olabildiğince gezmek için nehir boyunca sürüyoruz. Nehir üzerinde yaklaşık 7-8 tane köprü var. Bunlardan birinin ayağında durup bankta biraz dinleniyoruz. Arka tarafta büyük konser salonu benzeri bir yerden hoş bir müzik geliyor. Hem sohbet edip hem de müzik dinliyoruz. Adından tekrar yola koyulup Ada isimli yere varıyoruz. Resmen ormanın ortasında sosyal tesis. Cafeler ve spor alanları var. Artık gece olduğu için çok hareketli değil. Sanki uçsuz bucaksız bir yer. Bisiklet yolundan sürmeye devam ediyoruz. Artık geriye ne bir ses ne de ışık kalıyor. Ama bisiklet yolu ve arada sırada ordan geçen bisikletliler halen devam ediyor. Biz de artık daha fazla uzaklaşmak istemiyoruz. Yan taraftaki çimenliğe uzanıyor ve yıldızları seyrediyoruz.. Türkiye'de olsa muhtemelen korku duyacağım bir davranış; ama burda hiç endişelenmiyorum. Kimsenin zarar verme ihtimali yok gibi duruyor. Saat 9 olmadan bisikletleri teslim etmemiz gerek. Tekrar yola çıkıyoruz ve 1,5 saatlik bir sürüşün ardından kiraladığımız yere teslim ediyoruz. Eğer zamanımız olsa veya sabah daha erken davranmış olsak köprü ile karşı tarafa geçebilir ve orayı da gündüz gözüyle görürdük. İçimizde ufak bir uhde kalıyor..

Bisikleti teslim ettikten sonra Mihaila Caddesi üzerinden hostele dönüyoruz. Bacaklarımız dermansız halde denebilir. Ama karnımız da aç. Hostelde duş alıp biraz dinlenip dışarı bir şeyler yemeye çıkıyoruz. Aslında amacımız her köşede bulunan pastane benzeri (bakery) yerlerden hamur işi birşeyler alıp akşam yemeğini geçiştirmek. Birkaç pastane gezdikten sonra yiyecekleri alıp hostele dönüyoruz. Burda çayla beraber pizza, simit ve diğer aldıklarımızı yiyoruz. Hostel oldukça boş. Akşam 11 civarlarında bizden başka kimse yok. Konaklayan zaten toplam 7-8 kişi olsa gerek. Herkes de dışarda. Görevlilerden de kimse yok. Evimizdeymişçesine yemek yiyip az sonra da ertesi sabah için hazırlık yaparak yatıyoruz. Sabah uyanıp hemen yola çıkacağız. O yüzden valizi geceden hazırlıyoruz.

Ertesi sabah bizi Saraybosna'ya götürecek minibüs saat 8.40 civarında hostele 100 metre ötedeki otobüs durağına geliyor. Phil bizi durağa bırakıyor ve minibüse binene kadar bekliyor. Kendisine minnetlerimizi ileterek dostça bir gülümsemeyle ayrılıyoruz. Minibüs toplam 6 kişilik bir transporter. Aynur ile en arkada oturuyoruz. Kimsenin Türkçe anlamadığı güvencesiyle rahat rahat konuşuyoruz. Tabi bazen herkesin ortasında söylemekten çekineceğimiz şeyleri orda açıkça söylüyoruz. O esnada yanımda oturan adamın durağanlığı biraz dikkatimi çekiyor. Çünkü sürekli dışarıya bakıyor ve adeta minibüsün içinde yokmuş gibi bir havası var. Çaktırmadan yüzüne bakıyorum. Suratı Türk'e benziyor. O noktada bir şaşkınlık yaşayıp Aynur ile içimize kurt düşüyor. Aradan birkaç dakika geçmeden telefonu çalıyor ve "Efendim" diyerek açıyor! Biz biraz utanıyoruz ve gülüşüyoruz :) Telefonu çalana kadar yokmuş gibi davranan arkadaş görüşmesi bittikten sonra bize dönüp konuşuyor: İstanbul'dan mı geliyorsunuz? Böylelikle sohbete başlıyoruz ve kendisinin de Türk olduğunu anlıyoruz. Biraz sohbet ettikten sonra uyku basıyor. Yollar yeşillik içerisinde. Fiziki koşullar Türkiye'ye benzer, belki çok az daha kötü. Ama duble yol konusunda bizimki kadar geniş bir şebekeleri olmadığı kesin. Sırbistan - Bosna Hersek sınırına varmamıza yarım saat kala, yani Belgrad'dan ayrıldıktan 2 saat sonra bir benzin istasyonuna durup yarım saat kadar mola veriyoruz. Böylelikle güzelce kahvaltı yapma fırsatımız oluyor.

 Tekrar yola çıkıp sınıra varıyoruz. Arabalar gayet kolay ve hızlıca geçiyor. Önümüzde hiç kuyruk yok. Ama gene de 15 dakika kadar sürüyor geçmemiz. Sınırı nehir belirliyor. Sınırın Bosna tarafı biraz daha fakir gibi bir izlenim uyandırıyor bende. Köy evleri Sırp tarafına nazaran biraz daha bakımsız. Ama her halükarda bizim köy evlerimiz kadar tekdüze değiller. Köye bakılınca "her yer gecekondu" izlenimi vermiyor. Saraybosna'ya kadar uzunca süre nehir kıyısından giden yol bizim Marmaris-Datça yolumuzu solda sıfır bırakır. O kadar virajlı o kadar virajlı ki bir süre sonra midem bulanıyor. Şoförden camı açıp temiz hava almamıza imkan vermesini rica ediyorum. Betim benzim atmış olacak ki önümüzde oturan İsveçli kadın arada bir dönüp gülümseyerek iyi olup olmadığımı soruyor. Bir süre sonra gözlerimi kapatmaya karar veriyorum. Ve uykuya dalıyorum. Uyandığımda Saraybosna'dayız. Çok dağlık ve yeşil bir yer. Buranın da ortasında bir nehir. Sürücü sırayla herkesi konaklayacağı yere bırakıyor. Biz de sağ salim inip yanımızdaki Türkle ve önümüzdeki İsveçliyle vedalaşıp beş dakikalık bir uğraştan sonra Balkan Hostel'i buluyoruz. Vardığımızda saat 15.30 civarı. Hostelde iki görevli kız karşılıyor bizi. Hemen yardımcı oluyorlar. İnternette varış saatimi 12-13 arası seçtiğim için ufak bir sitemde bulunuyorlar. Ben de yollardan dolayı uzun sürdüğünü söylüyorum. Hostelde bizden başka kalan kimse yok. Kızlar sadece bizim için beklemişler. Odamızı gösterip genel bilgiler, anahtar ve bir de harita verip, ücreti aldıktan sonra çıkıyorlar. Ortalık bize kalıyor. Sergilenen bu güven insana huzur veriyor.

Hemen eşyaları yerleştirip dışarı çıkıyoruz. Kızlar çıkmadan evvel bize yemek yemek için bir tavsiyede bulunuyor ve biz de oraya gidiyoruz. Yine veal soup içiyorum. Aynur sarma yiyor. Ben de etli bir yemek yiyorum. Bunlar da bizim yemeklere benziyor. Ama biraz daha yağlı. Tadı ise tek kelimeyle nefis:)

Çıkıp buranın işlek ve yaya caddesi Farhadija'da yürüyoruz. Gayet ufak bir şehir. Ama Avrupa'da Müslümanlığın böyle baskın olduğu bir yerde bulunmak, dinle bir alakam olmasa da tuhaf hissettiriyor. Şehirde onlarca irili ufaklı cami var. Hemen hemen her mahallede ise mezarlık. Bazı binalarda mermi izleri duruyor. Tarihin izlerini silmemişler. Ertesi gün öğreniyoruz ki bu yapılar restore edilmediği sürece BM içinde oturanlara belli miktarda para ödüyormuş. Şehirde hüzünlü bir hava var sanki. Belki de bizim ikimizde var sadece. Mezarlık görmeye o kadar alışmışlar ki.. Bazı apartmanların duvarında orda yaşayanlardan kimlerin ve ne zaman savaşta öldüğü yazıyor. Nitekim insanlar Sırplara nazaran daha soğuklar. Yanaşıp sohbet etmekten çekindikleri hissediliyor. Aslında yaşanan onca kötü tecrübeye karşın Sırp ve Boşnakların bir arada yaşarken ne hissettiklerini, sorun olup olmadığını merak ediyoruz. Ama kimseye bunu sorup da kötü hatıraları anımsatmaya cesaretimiz yok..

Farhadija boyunca epey yürüdükten sonra nehrin karşı tarafına geçip biraz da orda yürüyoruz. Osmanoviç, Ömeroviç gibi Türkçeye benzer isimleri sokaklarda, bakkallarda, otellerde sıklıkla görmek mümkün. Yürüdüğümüz caddeye haritadan bakınca çok yakınımızda bir Aşkenazi Sinagog'u olduğunu görüyoruz. Biraz heyecanlanıyor ve girmek istiyorum. New Jersey'de kaldığım süre boyunca çok yakınımızda bir adet olmasına rağmen bir türlü cesaret edemeyip gitmeyişimin diri tuttuğu merakımı gidermek istiyorum.. Dış kapıdan girdiğimizde içerden bize bakan 70 yaşlarında bir amca apartmanın dışına çıkıyor. İçeriyi merak ettiğimizi söylüyoruz. Yaşına karşın son derece güzel İngilizce konuşan amca, ertesi sabah 9 ile 13 arasında gelirsek gezebileceğimizi söylüyor. Bu cevap beni çok mutlu ediyor :)

Nehrin bulunduğumuz yakasında bir süre daha gezdikten sonra tekrar geldiğimiz tarafa dönüyoruz. Bir kafede oturup mola veriyoruz. Çayın yanında süt servis edildiğini ilk kez burda görüyorum. Ardından kalkıp Farhadija caddesinin diğer ucuna doğru yürüyüşe geçiyoruz. Yol üzerinde Gazi Hüsrev Camisi ve Bezistan'ı var. Caddenin sonu ise Başçarşı'ya ulaşıyor. Boşnakça telaffuzu da Türkçe'ye son derece yakın. Klasik bir Osmanlı şehri havasında. Bir meydan ve ortasında bir çeşme. Etrafında çarşı ve külliye. Çok sayıdaki hediyelik eşya dükkanlarının bazılarından alışveriş yapıyoruz..

Bu gece daha erken yoruluyorum. Ertesi sabah 12.20'de uçak var ve erken kalkarsak şehri biraz daha gezme fırsatımız olacak. Bu sebeple hostele erken dönüyor, sabah için hazırlıklarımızı yapıyor ve yatıyoruz. Sabah 7'de kalkıp derhal yola koyuluyoruz. Bu kez hedefimizde şehri çevreleyen dik ve sivri tepelerden birisi var. Tepenin en ucunda gösterişli ve tarihi bir bina var. Yokuşu ağır ağır çıkıyoruz. Biraz yukarıda kocaman bir mezarlık var. Müslüman mezarlığı. Hristiyanlarınki renklerinden ve gösterişli halinden hemen ayırt edilebiliyor. Şehre tepeden bakan bir nokta. Hemen yandaki caminin duvarında asılı tabelada Konya Belediyesi'nin destekleriyle onarıldığı yazıyor. Mezarlığa göz atınca ölüm tarihlerinin çoğunlukla 1995 olduğu görülüyor. Bir savaş için çok eski sayılmasa gerek..

Mezarlığın bulunduğu yeri geçip tırmanışa devam ediyoruz. Dar ve ıssız sokaklardan geçtikten sonra aşağıdan gösterişli ve devasa görünen binaya varıyoruz. Tüm şehir ayaklarımızın altında. Ancak çevresi dikenli tellerle kapalı, bina delik deşik ve harabe halde. Savaş bittikten sonra öylece kalmış. Bu binanın yanı başında oturan insanlar, ki kendi evlerinde de çok sayıda mermi deliği var, halen ne hissetmekteler merak ediyorum. Ama giderecek kaynak yok..

Saraybosna: Tepelerden birinde mezarlık
1,5 saatte tırmandığımız yolu 15 dakikada iniveriyoruz. Başçarşı'ya varıyor ve kahvaltıda Boşnak Böreği yemeye karar veriyoruz. Çarşı'da börek yapan tek bir yere rastlıyoruz ve oturuyoruz. Mekanda tesadüfen Türk bir çiftle tanışıyoruz ve börekçide çay satılmadığından nerden taze çay bulabileceğimiz konusunda bize yardımcı oluyorlar. Sohbeti biraz daha ilerletince onların da aynı uçakla döneceğini anlıyoruz. Uçak saatine kadar halen 3 saat var ve dün konuştuğumuz Sinagog'u ziyaret etmek istiyoruz. Yeni tanıştığımız çifte planımızı söyleyince onlar da bize eşlik etmek istiyorlar. Böylece 4 kişi gidiyoruz Sinagog'a, kahvaltımızı bitirdikten sonra.

İlk giriş kısmı bir ibadethaneden ziyade sığınak gibi geliyor bana. Ama savaştan ziyade diğer dinlerden sığındıkları.. Çünkü hemen solda büyükçe bir salon var ve görebildiğim kadarıyla içerde genç-yaşlı onlarca kişi farklı masalarda sohbet ediyor, oyunlar oynuyor ve gülüşüyorlar. O salona alınmadan doğruca üst kattaki ibadet salonuna çıkartılıyoruz. Girişte kafamıza kipa takmak kaydıyla.. İçerisi kiliseye oldukça benziyor. Simgeleri ve yazıları farklı olsa da.. Bizi gezdiren kadın soruları içtenlikle yanıtlıyor. Saraybosna'da toplam 750 Yahudi yaşadığını öğreniyoruz.

Sinagog'tan çıktığımızda halen biraz zamanımız var. Daha önce adını duyduğumuz Tünel isimli yeri merak ediyoruz; ama uçağı ya kaçırırsak korkusuyla gitmekten vazgeçip beraberimizdeki çiftle beraber bir kafede oturup son anlarımızı geçiriyoruz. Ardından da taksiyle hava alanına gidiyoruz. 12 Bosna Markı tutan ücrete taksicinin ilave ettiği bagaj ücreti isimli ucubeyle beraber toplam 15 marka gelmiş oluyoruz. 1,5 saatlik bir yolculuğun ardından tekrar İstanbul'dayız...