26 Aralık 2014 Cuma

Şalom Takanat!

Aslında aylar önce İran'a dair bir yazı ile devam etme sözü vermiştim. Ama ne yazık ki bu sözü tutamadım. Halbuki bugüne kadar gezdiklerim arasında en sevdiğim, kendime yakın bulduğum ülke oldu İran. Tabi davulun sesinin uzaktan hoş geliyor olma ihtimali de yok değil. Yani İran'da yaşasam belki böyle düşünmeyeceğim. Ne de olsa pek çok okumuş İranlı ülkesinde yaşamamak için çeşitli yollar bularak başka ülkelere kaçıyor. İran'la ilgili yazıyı bir sonrakine bırakayım. Şimdi İsrail'den devam edeceğim..

 İlk duyan birçok kişinin "orada ne işiniz var?" tepkisi verdiği bir ülke İsrail. Malum, milletçek kırılması zor bir negatif algımız var bu ülkeyle ilgili. Özellikle de dindar kesimde şeytanın vücut bulmuş hali benzetmelerine mazhar olan bir ülke. Halbuki onlar bizimle ilgili ne kadar az önyargıya sahipken. Bunda özellikle Filistin sorununun payı büyük sanırım. Ancak o noktada da ne kadar tek taraflı bir algıya sahip olduğumuzu dünyayı takip ettikçe, kendi evrenimizden başımızı çıkartıp dışarı baktıkça farkettim. İsrail'in adaletsiz uygulamaları, orantısız kullandığı şiddet, zorbalık, utanç duvarı gibi konular yabana atılamaz; lakin Hamas'ın şehirlere gönderdiği füzelerden bahsetmezsek de konu eksik kalır.

İsrail'i gezme fikrini ilk kafama sokan o zamanlar okuduğum Vatan gazetesi yazarı Tuğçe Baran olmuştu. Daha sonra farklı yerlerde benzer tavsiyeler gördükten sonra tamamıyla kafama yattı. 

Gezimizi 2 ile 6 kasım aralığında, 4 gün olarak planladık. Yetmediğini baştan belirteyim. Gitme fırsatınız olursa, sadece İsrail'de gezecek dahi olsanız 4 gün gayet kısa bir süre. Özellikle Kudüs şehrinin her bir adımı tarih barındırdığı için gezmesi zaman alıcı. Eğer uzunca bir zamanım olsaydı İsrail'i takiben kapı komşuları Mısır ya da Ürdün'e gitmek isterdim. Özellikle namını çok duyduğum Ürdün'deki Petra Antik Kenti'ne.

Genel olarak hava gezmeye çok uygundu. Sadece Kudüs'te hava karardıktan sonra biraz üşüdük. Denize mesafesi sadece 60 km olmasına karşın Tel-Aviv ile arasında bariz bir iklim farkı var. Kış mevsimi nedeniyle havanın erken kararması da bir dezavantaj oldu. 

Gitmeden evvel İsrail'in güvenlik konusunda über-paranoyak olduğuna dair pek çok yazı okudum. Bunlar kısmen doğru ve kısmen yanlış çıktılar diyebilirim. Öncelikle sade ve ortalama bir Türk vatandaşı için sorun çıkarmayacaklarını öngörebiliriz. Bunu İstanbul ile Tel-Aviv arasında günde 11 uçak seferine bakarak da söyleyebiliriz aslında. Çünkü yoğun bir ilişki var iki ülke arasında. Hem ticari hem de turistik anlamda. Turist akımı ise daha ziyade oradan buraya doğru. Hemen herkes Antalya'dan haberdar örneğin. Birçok kişinin ya da bir yakınının Türkiye'ye yolu düşmüş diyebiliriz. 

Bu gezinin bizim için bir özel yanı ilk defa couchsurfing'in işe yaramış olmasıydı. Daha önce birkaç farklı ülkeye giderken girişimde bulunup cevap alamayınca çok umudum kalmamıştı. Gene de 6-7 kişiye evinde kalma önerisi gönderdim. Bunlardan bir tanesi kabul etti. Ne var ki kendisi aynı zamanda bence en iyisi olandı :) Inbal isimli 29 yaşında bir kız. Linguist. Afrika dillerine ilgi duyuyor ve birçok Afrika ülkesini gezmiş. Aynı zamanda Filistin sorunu ile ilgili bir aktivist. Şahane bir profil!

Ama bir de polisin "şüpheli" sınıfına koyduğu kişiler var. Bu kişiler için hayat azap olabilir. Ben bunlardan biri oldum! Sebebi ise daha önce İran'ı ziyaret etmiş olmam. Gitmeden önce konsolosluğa bu konuyu danıştığımda hiçbir sorun olmayacağını söylediler. Havaalanında pasaport kontrol polisi İran'a giriş çıkış yaptığımı görünce gayet nazik bir şekilde birkaç soru sordu. Ardından yan taraftaki geniş bir odada beklememi istedi. Biraz moralim bozuldu elbette; ama soğukkanlı kalmaya çalıştım. Kuyrukta hemen ardımda olan Aynur'un da polis tarafından pasaportu kontrol edildikten sonra benimle aynı yere alınacağına emindim. O yüzden gelmesini bekledim. Lakin bankoda sadece 2 dakika kaldıktan sonra geçişine izin verildi. Bu durum bende soğuk duş etkisi yarattı. Fakat sonra düşününce nedenini anladım: Aynur İsrail gezisi öncesi pasaportunu yenilediği için İran'a giriş çıkış yaptığı görünmüyordu. Bunun dışında şüphe uyandıracak başka bir şey de yoktu zaten..

Benim havaalanında 2,5 saat alıkonma maceram böylece başladı. Önce bir saate yakın bu geniş odada bekledim. Aynur da beni pasaport kontrolün öte tarafında beklerken "bekleme yapmamasını" söylemişler. Aynur beni beklediğini söyleyince ordaki görevli beklediğim odaya yönlendirmiş. Dolayısıyla bütün süreç boyunca odada beraber kaldık. Bu geniş odada benden başka yaklaşık 15 kişi daha vardı. Bazılarının zamanla isimleri okunarak pasaportları dağıtıldı ve girişlerine izin verildi. Bu sırada bekleyen gruba yeni katılanlar oldu. Bekleme odasındaki profili "terörist görünümlü" diye basite indirgemek pek kolay değildi. Zira grupta Avrupalı, Rus, çekik gözlü, zenci, Arap, Hispanik gibi envai çeşit insan vardı. 

Bir saatlik beklemeden sonra beni çağırdılar. Ayrı bir ufak odaya gittim çağıran polis ile. Burada öncelikle İsrail'e neden geldiğimi, ne kadar süre ve nerede kalacağımı, nereleri gezmek istediğimi, gelirken kimlerden tavsiye aldığımı sordu. Soruları son derece seri bir şekilde soruyor; ardından benim hareketlerime, yüzüme, konuşmama ve bilimum yalan-ele-verici noktalara odaklanıyordu. Ama ben hazırlıklıydım. Zira daha önce gelmiş olanların bloglarında okuduğumu uygulayarak sakin kaldım, sorulara güzelce cevap verdim; polisin işini olabildiğince kolaylaştırmaya çalıştım. 

Ama ilk yalandan sonra gerisi çorap söküğü gibi gelirken yalan konusundaki amatörlüğüm de herşeyi eleverdi. Dönüş biletimin olup olmadığını sordu. Ben de mailimde bulunduğunu ve internete bağlı olmadığımı söyledim. Wireless bağlantıyı açmamı istedi ve şifreyi verdi. Daha sonra mailime girdik ve biletimi kontrol etti. Ardından gezdiğim ülkelerle ilgili sorulara başladı. Başlarken de "Önce Ortadoğu ile başlayalım..." şeklinde bir giriş yaptı. Elbette İran ile başladık söze. İlk sorusu "yalnız mı gittin" oldu. Anlık olarak Aynur'un adını vermemem gerektiğini anımsadım ve "evet" dedim. Bu anlık duraksama polisin şüphelenmesini beraberinde getirdi ve "emin misin?" diye sordu. "Evet, eminim" dedimse de içten içe yalanım ortaya çıkacak korkusu sardı ve yüzümün kızardığını hissettim. Neden, ne zaman ve hangi şehirlere gittiğimi, ne kadar süre kaldığımı, kimlerden tavsiye aldığımı sordu.. Ardından İran'da tanıdığım olup olmadığını sordu. Ben de Tebrizli arkadaşımız Farzin'in adını verdim. Polis bir kurban bulmuşçasına bir edayla Farzin'e dair pek çok soru sordu. Ardından kendisinin iletişim bilgilerini istedi. Bu noktada biraz asabım bozuldu ve "bu bilgi özel hayata dair. Sizinle paylaşmam doğru olmayabilir" diyerek ufak bir çıkışta bulundum. Polis, rahat olmamı, yasalara göre bu bilgilerin kimseyle paylaşılmayacağını söyledi. Farzin'in telefonunun bende kayıtlı olup olmadığına emin olamadım bir an ve polise de öyle söyledim. Polis telefonumu aldı ve rehbere girmemi istedi. Arama kısmına İran'ın ülke kodunu girdiği anda Farzin'in numarası karşısındaydı! Bu anda büyük bir şaşkınlık yaşadım. Oldukça profesyonel bir sorgucu ile muhattaptım. 

Farzin'e dair bilgileri bir kağıda not etti. Ardından benzer soruları Lübnan seyahatime dair sordu. Neyse ki o konuda pek muğlak bir nokta yoktu. Gelgelelim en zor kısmı İsrail ile ilgili olandı. Standart soruları sorarak başladı. Herşey standart gibi görünse de sorguya çekilme psikolojisiyle midir nedir, kendimi suçlu gibi hissediyordum ve nerdeyse utanç içerisindeydim. İsrail'de tanıdığım olup olmadığımı sordu. Elçiliğe vize başvurusunda belirttiğimiz gibi hostelde kalacağımızı, dolayısıyla Inbal'in adını karıştırmamayı düşünmüştüm. Nitekim gelmeden önce Inbal ile konuşmalarımızda da bundan bahsetmiştik. Aksi takdirde davet mektubu istenecekti. İsrail'de tanıdığım olmadığını söyledim. Ve o meş'um an geldi. Telefonumu alıp rehbere İsrail'in ülke kodunu girdiğinde karşısına çıkan isme bakarak: "İsrail'de tanıdığın yoksa Inbal kim?" diye sordu. Kafamdan aşağı dökülen kaynar suları savuşturmak için çok kısa bir zamanım vardı. Ya bir itirafta bulunarak hakikatleri olduğu gibi anlatacak ya da yalan girdabına girecek ve gidebildiğim kadar gidecektim. İkincisini seçtim: Inbal'in tanıdığım birisi olmadığını, yıllar önce İsrail'e gelen kuzenimin bir arkadaşı olduğu ve bana yardımcı olabileceği için kuzenimden numarasını aldığımı; ama kendisine ulaşamadığımı ve belki numarasını değiştirmiş olabileceğini söyledim. Bunun ardından yıllar önce buraya gelen kuzenimi sordu. Metin abimden bahsettim. Kendisi sırt çantalı bir gezgin olarak onlarca ülke gezdi; fakat İsrail'e gelip gelmediğine dair hiçbir fikrim yoktu. Kuzenimin de numarasını aldı. Ardından benim ve babamın numaralarını; ayrıca benim kullandığım tüm mail adreslerini aynı kağıda yazdı. Sanki her bir soruda yerin dibine biraz daha batarmış gibi hissediyordum. Sorgu bittiğinde kibarca salona dönmemi, bir süre sonra tekrar çağıracaklarını söyledi. Salona dönüşte yüzümden adeta ateş çıkıyordu. Aynur'a olanı biteni anlattım. Ağlanacak haldeydik belki; ama epey bir güldük..

Artık polisin yalanımı ortaya çıkaracağına emindik. Rahatlıkla Inbal'i arayabilir ve kim olduğumu sorabilirdi. Elinde bana dair o kadar çok bilgi vardı ki, yalan söylemek son derece lüzumsuz olacaktı. Bu halet-i ruhiye içerisinde yapılacak en iyi şeyin polise gidip herşeyi itiraf etmek olduğunu düşündük. Böylece polise tüm gerçeği olanca açıklığıyla anlatacaktım. Öyle yaptım. Odasına giderken yolda karşılaştık. Inbal'i tanıdığımı; ama adını karıştırmamak için yalan söylediğimi belirttim. İlk tepkisi "Madem İsrail'de birisini tanıyorsun, neden bunu söylemiyorsun? Bunu söylesen işin kolaylaşırdı." oldu. Bu cevaba biraz afalladım açıkçası. İnsan fişlemenin yaygın olduğu bir ülkeden geldiğimden birinin ismini vermeden evvel kırk defa düşünmek gerekti. Bu diyaloğun ardından tekrar salona dönmemi söyledi. Ancak çok geçmeden geri geldi. Inbal'in numarasını göstererek bir hanenin eksik olduğunu söyledi. O anda kafamdaki ampul yandı. Ben de bu yüzden Inbal'e ulaşamamıştım bir türlü. Whatsapp'ten mesaj attığımda gitmemişti. Hatta hiçbir zaman çevrimiçi olmamış gibi görünüyordu. Bu sayede polise karşı da elim kuvvetlendi. Artık Inbal'e ulaşma imkanı pek yoktu.

Aradan yaklaşık yarım saat daha geçtikten sonra bir başka polis memuru gelerek salonda yüksek sesle benim adımı okudu. Heyecanla ayağa kalktım. Pasaportumu verdi ve artık gidebileceğimi söyledi.

Uzun bir beklemenin ardından nihayet özgürdüm. Böylelikle havaalanında 20 dolar karşılığı olacak kadar şekel aldık ve dışarı çıktık. Havaalanından bizdeki metro ile banliyö arası bir form denebilecek hat geçiyor. Tek ve uzunca bir hat, Haifa'ya kadar gidiyor. Ayrıca metro kadar sık durakları yok. Terminal binasından çıkınca ilk izlenimim beni şaşırttı doğrusu. Çok defa İsrail'in kozmopolit bir ülke olduğunu duymama karşın gördüğüm çeşitlilik karşısında hayret etmeden duramadım. İbranice dışında konuşulan başka diller de vardı. Ülkenin iki ana dilinden biri de Arapça olması hasebiyle zaman zaman kulağıma çalındı; ama onun dışında İngilizce, Rusça ve diğer bazı dilleri de duydum. Sokaklarda bolca zenci vardı. Öyle etkilendim ki bu çeşitlilikten; Amerika'da bile böyle bir "dünya karması" görmedim diye düşündüm. Birçok insanın yüzü Akdenizli sıcaklığını barındırsa da dünyanın her yerinden Yahudilerin buraya yaşamaya geldiği belli oluyordu. Envai çeşit insan; zenci, çekik gözlü, hispanik, sarışın, beyaz, buğday tenli, ve hepsi İbranice konuşabiliyor. Meğer İsrail kurulduktan sonra en önemli göçünü Rusya'dan almış ve o dönemde gelen Yahudiler bugün tarımla uğraşan en büyük kesimi oluşturuyormuş.

İnternette okuduğumuz bilgiler bizi yanıltmadı; neredeyse herkes İngilizce konuşuyordu. Ayrıca gerçekten son derece sıcakkanlı insanlardı. Bize candan yardımcı olan çok sayıda insan oldu. Nereli olduğumuzu öğrendiklerinde de genelde yüzlerinde nazik bir gülümseme ve bazen biraz şaşkınlık oldu.

Havaalanından trene binip Hahagana İstasyonu'nda indik. Önceden Inbal ile yazışmalarımızda evinin yerini öyle güzel tarif etmişti ki, hem harita üzerinde hem de fotoğrafla, kolaylıkla bulacağımıza şüphem yoktu. Trenden indikten sonra üç alternatif vardı: otobüs, taksi ya da tabanway! Bir şehri tanımak için en iyi yol yürümek olduğundan yürümeye karar verdik. Yaklaşık 20-25 dakikalık yürüyüşle Inbal'in evine vardık. Kapının önüne gelince daha önceden rica ettiği üzere seslendik Inbal diye. Çünkü evde zil sistemi yoktu. O muhitte evler iki katlı olduğu için sesi duyurmakta kayda değer bir sıkıntı olmadı. Önce ürkek bir şekilde, birkaç kere. Sesimizi duyuramayınca giderek artan bir tempoda ve en sonunda neredeyse bağırarak.. Neyse ki sonunda duydu(lar) :) Erkek arkadaşı Mikail ile camdan baktılar, selamlaştık ve ardından kapıyı açtılar bize..

Biraz garip bir duygu, daha önce hiç karşılaşmamış olduğun birisinin evinde kalmak. Hem bir yabancılık hem de aşinalık. Aşinalığı yaratansa ev sahiplerinin gösterdiği güler yüz ve incelik. Nitekim bizim odamızı hazırlamışlar. Biz gelince şöyle bir saçılıp dökülürken onlar da mutfağa girdi. İçerden sesler gelmeye başladığına göre bizim için bir şeyler yapıyorlardı. Karnımızı yolda aldığımız abur cuburla doyurmuştuk aslında. Ama içeriye, yanlarına döndüğümüzde gördük ki salata hazırlıyorlar. Bizim yardımımızı da kabul etmediler. Dinlenmemizi istediler.

O gece beraber salata yedik ve sofrada uzun müddet sohbet ettik. Henüz yeni tanışıyor olduğumuzdan biraz mesafeli ve meraklıydık birbirimize karşı. Bulaşıkları Aynur ile ben yıkadık. Türkiye'den Inbal ve büyükannesi için getirdiğimiz hediyeleri verdik. Büyükannesi Gelibolu doğumlu olduğu için ıhlamur istemişti bizden. Büyükanneden önce Inbal ve Mikail denediler ıhlamuru. Kokusunu çok sevdiler. Bir süre daha muhabbet ettikten sonra uyku için odamıza çekildik. Ev sahiplerimizden son derece memnunduk. Inbal son derece hümanist bir kızdı. Kafamdaki imajıyla uyuşur biçimde milliyetçilik ve faşizm karşıtı, yardımsever ve gönüllü olarak çalışmalar yapan birisiydi. Mikail ise bir derece daha "Yahudi" olsa da hakkında marjinal denemeyecek kadar ılımlı bir insandı aynı zamanda.

Ertesi sabah erkence uyandık. Gelmeden evvel Inbal ile yazışırken benden bir ricası bulunduğunu; eve giriş çıkış saatlerimizi kendisine göre ayarlamamızı istemişti. Bizim için hiç sorun değildi bu. Sabah en geç 10'da evden çıkıyorduk, beraberce. En erken ise akşam 7'de dönüyorduk..

Sabah kahvaltıya davet ettiler, her ne kadar kendileri yapmasa da. Her sabah taze portakal ve nar suyu içiyorlardı kahvaltı niyetine. Biz de Mikail'in sayesinde taze meyve sularından nasiplendik. Ve o sabah Tel Aviv'i keşfe başladık. Mikail'le beraber evden çıkıp şehir merkezinde, tıpkı bizdeki gibi pazar kurulan bir yere geldik. Burda Mikail bizden ayrıldı ve işyerine gitti.

Mikail'den ayrıldıktan sonra pazar yerinde bir süre gezdik. Bizim pazarlara mahsus olduğunu zannettiğim taze meyve sebze kokusu, müşteri satıcı hoşbeşleri burada da vardı. O yüzden pazarda gezerken evimde gibi hissettim desem yalan olmaz :)

Bir süre sonra hemen hemen her köşe başında bulunan taze meyve suyu sıkıp satan dükkanlardan birine uğrayıp birer tane daha
Akdeniz kıyısı ve sağ arkada tarihi Yafo (Jaffa) bölgesi
meyve suyu içtik. Ne hikmetse vitaminsiz kalmış gibi meyve suyu aşkı sardı. Gezdiğimiz pazarda İsrail'in modern yüzünün yanında "Ortadoğulu" havası da rahatlıkla solunabiliyordu. Henüz pazardan çıkmamışken aniden yağmur başladı. Öyle şiddetli yağdı ki, 10 dakika içerisinde ortalık göle döndü. Bizim için gayet tanıdık bir manzara...

Yağmur dindikten sonra Akdeniz'in kenarına doğru yürümeye karar verdik. Tel-Aviv deniz kenarında ve -söylenene göre- oldukça güzel kumsallara sahip bir şehir. Özellikle yaz aylarında sahillerde adım atacak yer olmadığı söyleniyor.
 Sahile kısa bir yürüyüşün ardından varıyoruz. Sahilde bisiklet ve koşu yolu var. Az ötede Tel Aviv'in tarihi kent merkezi Yafo (Jaffa) var. Yafo kelimesi Türkiye'ye döndükten sonra iki kez daha kulağıma geldi ve artık unutmam çok zor. Bunlardan birisi arkadaşımın internetten "meşhur Yafo portakalı" siparişini verdiğini öğrenmem - ki meşhur olduğunu ilk defa o an öğrendim-; ikincisi de aynı dönemde okuduğum F. Rıfkı Atay'ın Zeytindağı kitabında Yafo'daki Yahudilerden ve onların portakal ticaretinden bahsetmesi oldu.


Yafo bölgesi taş binalarla kaplı, geçmişi çok eskilere dayanan; ancak günümüzde çoğunlukla sanat galerilerinin tarihi taş binaları işgal ettiği bir muhit. Hemen hemen adım başı farklı bir sanat galerisi var. Bu kadar fazla galeri bana gına getirtti desem hakkım var! Ayrıca bu galeriler bana zengin Yahudi'leri söğüşlemek için türemiş yerler izlenimi veriyor. Çoğunun Amerika ve Avrupa ülkelerinde de şubeleri bulunduğunu gösteren yazılar var. Halbuki bu bölge en çok müzelere yakışırdı bence. Neyse ki tarihi şehir gayet bakımlı duruyor; yıpranmamış bir hali var.


Daracık sokakları ve taşların rengi hasebiyle Mardin'i biraz çağrıştırıyor Yafo. İçeride bolca turistin gezdiğine de şahit oluyoruz. Bu bölgede sadece bir tane müzeye denk geldik. O da son derece ticari amaçlarla kurulmuş gibi duruyor. Fatma'nın eli hem Müslümanlar hem de Yahudiler için anlam taşıdığından İsrail'de gayet yaygın. Bu müzede de bolca satılıyor Fatma'nın elinden.

"Pişpişim şuk"ta bir dükkan
Yafo'daki turumuz bittikten sonra civardaki bir restorana giriyoruz. Yemekler son derece tanıdık. İlginç noktalardan birisi Türkiye'de dahi çok popüler olmayan Şavurma'nın burada epey yaygın olması. En gözde fast-food'ları ise Falafel köftesi. Yemek yediğimiz restorandaki görevli kadın gayet sıcakkanlı ve konuşkan. Kocasının Türk kökenli bir Yahudi olduğunu söylüyor. Zaten bize dair oldukça bilgi sahibi. "Fatmagül'ün Suçu Ne" dizisinden bile haberdar! Daha ne olsun? Son yaşanan olaylardan sonra Türkiye'ye gelme konusunda çekinceleri var. Bir ay önce Antalya'daki tatilini yarıda kesip apar topar ülkesine dönmüş. Sebebi kaldığı otelin civarındaki esnafın İsrailli olduklarını öğrendikten sonra takındığı tutum. Çocuklarına "kış kış" demişler. Varlıklarından memnuniyet duyulmadığı hissettirilmiş. Çocuklarının zarar görmesinden korkup derhal dönmüşler İsrail'e. Bize olayı anlatırken "Bizler şeytan değiliz. Yahudiler de insan" diyor gayet insancıl ve içinde nefrete uğramış bir insana has tedirgin tutumla. "Artık sizler İsrail'e gezmeye gelebilirsiniz; ama bizim oraya gelmemiz çok zor" diyor. Radikal dinci terör örgütlerinden de muzdarip. Telefonundan IŞİD'in bir videosunu izletiyor. Midemde hareketlenme oluyor. İlk defa kafa kesme sahnesini böyle açıkça görüyorum..

Kadınla epey sohbet ettikten sonra dostça ve içimizde buruk bir mahcubiyetle ayrılıyoruz. Bu kez hedef "pişpişim şuk". İranlıların kedi çağırma ünlemi "pişpiş" ile iyelik ekini birleştirip oluşturduğumuz "pişpişim" kelimesi bizim kedimize sıklıkla söylediğimiz bir kelime olduğundan akılda tutması kolay. Her söyleyişimizde yüzümüzde tebessüme sebep olan bu bölge kendine has tasarım ürünleri satan dükkanların toplandığı bir mahal. Bazı tasarım harikalarında dibimiz düşüyor gerçekten!

Şehirde biraz daha gezdikten yer yer oturup bir şeyler atıştırdıktan sonra eve dönüş zamanı geliyor. Döndüğümüzde Mikail ve Inbal ile sohbet ettikten sonra erkence uyumak için odaya geçiyoruz. Ne de olsa ertesi sabah büyük gün: sırada Kudüs var.


Sabah erkence kalkıp otobüs garına gidiyoruz. Biletler otobüsün içerisinde satılıyor. Otobüs şoförü ile İngilizce konuşabilmek hakikaten iç ferahlatıcı! Kudüs bileti tek yön 16 şekel. Yaklaşık bir saatlik bir yolculuk. Gayet konforlu bir yolculuk yapıyoruz. Aynur her taşıtta olduğu gibi uyuyakalıyor ve şehrin girişini göremiyor :( Oysa girişte bana bir heyecan hasıl oluyor. Müslüman, Yahudi ya da Hristiyan da değilim halbuki. Üç semavi dinin kutsal şehri ister istemez bam telime dokunuyor.

Beklemediğim ölçüde yeşil bir şehir. Ayrıca tepeler üzerinde birbirine uzak yerleşimler göze çarpıyor. Otobüsten indiğimiz dakika Tel Aviv ile Kudüs'ün New York ile Bitlis kadar birbirinden farklı olduğunu soluyorum. Her yer polis ve asker dolu. Şehir adeta "güvenlik" diye haykırıyor. Ayrıca dindarların oranca fazla olduğu hemen göze çarpıyor. Hem Ortodoks Yahudisi diye tabir edilen siyah takım elbiseli, fötr şapkalı ve saçları yandan örgülü insanlar çok yaygın; hem de çarşaflı Müslüman kadınlar. Dünyadaki algısı kavgalı iki ırk olan Müslüman ve Yahudilerin bu kadar iç içe yaşıyor olması hem şaşırtıyor hem de hoşuma gidiyor.

Eski şehrin surları
Şehir Eski ve Yeni Kudüs diye adlandırılan iki ana kısıma bölünmüş. Araları yaklaşık 3-4 kilometre. Şehrin ana caddesinden geçen tramvay hattı eski ve yeni şehri birbirine bağlıyor. Bu caddeyi yaklaşık yarım saatte yürüyoruz. Caddenin sonunda şahane bir manzara bizi karşılıyor. Eski şehrin surları görünüyor. Lakin görünen buz dağının üstte kalan kısmı. Eski şehir gerçekten çok büyük. Etrafı tamamen surlarla çevrili. Ve bu şehir dört kısımdan oluşuyor: Müslüman, Hristiyan, Yahudi ve Ermeni bölgeleri..


Şam Kapısı
Haritaya bakarak bir plan yapıyoruz. Müslüman bölgesinden başlayarak devam edeceğiz. Biraz ilerde Müslüman bölgesine açılan "Şam Kapısı" var. Eski şehre adımımızı buradan atıyoruz. Bu kapıda özel bir güvenlik tedbiri olmamasına karşın giriş-çıkış yapan hemen herkes Müslüman. İlerleyen saatlerde daha net anlıyorum ki şehir bir şekilde homojenize olmuş! Her tavuk kendi çöplüğünde öter misali, örneğin Müslüman bölgesinde bir Yahudi görmüyoruz. Ya da Yahudi bölgesinde bir Müslüman. Bu ayrışma tarihsel acılar ve tecrübelerle mi oluşmuş, öyle olmadıysa aynı surun içerisinde insanlar nasıl bir araya gelmeden duruyor; anlayamıyorum. Burada yaşayan birilerine sormadan anlaması da pek mümkün görünmüyor.

Tamamen taş binalardan oluşması sebebiyle mükemmel bir estetiği olan yeni şehre ek olarak, eski şehir bölgesinde tarih ve canlılık da ekleniyor. İçerisi buram buram tarih kokuyor. Hem de diri diri. Surların içerisinde genelde dükkanlar ve esnaf var. Bunun yanısıra evler ve oteller de gördük. Halk alışveriş yapmak için bu tarihi çarşıyı tercih ediyor sanırım.

İçerde gezerken dükkanlardan birisinde muhabbet koyulaşıyor. Türkiye'den geldiğimizi öğrenince Filistinli'lerin hoşuna gidiyor. Hatta gıpta ettiklerini de hissediyorum. Dükkanın sahibine Filistin'i merak ettiğimi söylüyorum ve nasıl giriş yapabileceğimizi soruyorum. Ne de olsa burası İsrail'in başkenti ve halen İsrail topraklarında sayılırız. Adam bizi arabayla Ramallah'a götürebileceğini söylüyor. Ama fiyat konusunu ısrarla konuşmak istemiyor. "Yardımcı olacağım" dese de bir dost kazığı yemek an meselesi olabilir. Nitekim adama çok güvenemiyoruz; o yüzden Filistin topraklarını görme umudu başka bahara kalıyor.
Kubbetüs Sahra
Ne yazık ki Şark kafası buralarda çok yaygın. Kazıklama, yalan söyleme, kandırmaya çalışma. Örneğin çok beğendiğim bir magnetin fiyatı 25 şekel iken biraz pazarlık ve dükkanı terk ediyorum blöfünün ardından 10 şekele iniyor. O yüzden duyduğunuz her fiyattan şüphe eder oluyorsunuz. Ayrıca sürekli bir şeyler satmaya çalışan esnafın baskıları da biraz bunaltıcı olabiliyor. Hele de bunu "din kardeşiyiz" namzetiyle yapmaya çalışınca sinirlenmemek elde değil.


Mescid-i Aksa'nın olduğu meydana yaklaşıyoruz. Bu meydana açılan kapılar İsrail askerleri tarafından tutulmuş halde. İçeri girerken "din kontrolü" var. Pasaportları çıkartıp müslüman olduğumuzu kanıtlıyoruz! Aslında aynı meydana açılan ve turistlerin kullandığı bir başka kapı daha var; ama girişler ayrı yapılıyor. İsrail polisinden sonra Filistin zabıtası(!) ayrı bir kontrole tabi tutuyor. Aynur'un kafasının kapanması gerekiyor. Ama bu yetmiyor. Giydiği pantolon uygunsuz bulunuyor sanırım ki, üstüne giymesi için koca bir çarşaf veriyorlar. Bu kadarı son olsun diye umarken bahçede gezen bir teyze bize bakarak söylenmeye başlıyor. Tavırlarından kendisinin tanrının bu dünyada ahlak bekçisi olarak görevlendirdiği kişi olduğu anlaşılan teyze Arapça bir şeyler söylüyor. Müslüman olduğumuzu anlasın diye Türk olduğumuzu söylüyoruz. Türk kelimesini anlıyor elbet; ama yüzündeki müphem şüphe kaybolmuyor. İki kez "Yahud?" diye soruyor. Daha fazla kendimizi ispat etmeye tahammül edemiyoruz ve yanından ayrılıyoruz.
Kubbetüs Sahra'nın iç kısmı
Mescid-i Aksa
Kubbetüs Sahra ve Mescid-i Aksa tapınaklarına yalnızca Müslümanlar girebiliyor. Ama bu kez hakiki bir testten geçmek gerekiyor, pasaport yeterli değil. Nitekim kapıda Müslüman olduğunu söylemesine karşın içeri alınmayan çekik gözlü bir kadına rastlıyoruz. Sıra bize geldiğinde görevli kişi Kur'an okumamızı istiyor. Önce hayret içinde kalıyorum. Afallıyorum ve öylece kalıyorum. Sonra Aynur Fatiha suresini okumaya başlıyor. Adamın yüzünde bir haz ifadesi, sanki kendi eserini ezbere okuyoruz. Ben de hemen katılıyorum Aynur'a. Fatiha suresi bitince o gizemli kapı açılıyor ve Kubbetüs Sahra'ya giriyoruz. İçerisi sıradan bir camiden hallice. Belki biraz daha çok işleme var. Ayrıca devam eden bir tadilat var. Namaz kılan kişiler.. Buradan çıkıp hemen karşısındaki Mescid-i Aksa'ya gidiyoruz. Burası Hz. Muhammed'in Berat Kandili'nde göğe yükseldiğine inanılan yer. Müslümanlar için Mekke ve Medine ile en kutsal üç yerden birisi. Burada ilginç bir şekilde ibadet yerinin daha iç kısmında geniş bir kütüphane var. Tamamı İslam ile ilgili kitaplar. Türkçe kaynaklar da dikkatimizi çekiyor.

Mescid-i Aksa'nın iç kısmı
Bu iki kutsal ibadethanenin bulunduğu yerleşkede gezerken bize en az 6-7 defa muhtelif kişiler tarafından Müslüman olup olmadığımız soruluyor. Belli ki Filistinlilerin buraya gelen gayrimüslimlere karşı bir alerjisi var. Böylelikle Müslüman bölgesindeki turumuz sona eriyor. Hemen arka tarafta bulunan Ağlama Duvarı'nı görmeden evvel - İngilizcesi Western Wall- yolda burnumuza gelen kokulara karşı koyamayıp Müslüman bölgesinde yemek yiyoruz.

Yahudi bölgesine geçişte de askerlerin güvenli geçiş hattı var. Ama girişte Yahudi olup olmadığınız sorgulanmıyor. Hemen girişin akabinde Ağlama Duvarı'nın altındaki mağaralara giriş yeri var. Giriş ücreti 50 şekel. Bu mağaralara özel turlar var. Ama bize pahalı geliyor ve burayı es geçiyoruz. Ardından karşımıza Ağlama Duvarı çıkıyor. Yahudiler için dünyanın merkezi denebilir. Karşısına geçip sürekli dua ediyorlar. Ayrılırken de duvara arkalarını dönmemek için geri geri yürüyorlar. Kadınlarla erkeklerin bölmesi farklı. Aralarında uzunca bir paravan var. Ortodoks Yahudileri kadınlarla mümkün olduğunca münasebet içerisinde bulunmamaya çalışıyor. Kenarda öylece duran bir amcayla fotoğraf çektirmek istiyorum. Gayet güzel İngilizce konuşuyor. Yaşı 70'in üzerinde duruyor. Nereden geldiğimi ve hangi mesleği yaptığımı soruyor. Mesleğimi duyunca stresli olduğunu söylüyor. Bu yaşta bu kadar bilgili olması şaşırtıyor beni.

Yahudiler Mescid-i Aksa'nın Hz. Süleyman'ın tapınağının kalıntıları üzerinde kurulduğuna inanıyor. Dolayısıyla alt tarafta kazı çalışmaları yapıyorlarmış. Neticesi nereye varacak, bilmeksizin..

Ağlama Duvarı'nın bulunduğu bölgeden ayrılıp yukarı, Ermeni Bölgesi'ne doğru yürüyoruz. Yahudi bölgesi Müslüman bölgesine kıyasla hakikaten çok daha düzenli ve temiz. Sokaklar çiçekle bezenmiş. Çığırtkanlık yapan yok. Öte yandan pürüzsüz Amerikan aksanıyla İngilizce konuşan çok sayıda insan var ara sokaklarda. Sonradan Mikail'den öğrendiğimize göre birçok Amerikalı Yahudi çeşitli amaçlarla Kudüs'e geliyor.

Kudüs'ün en büyük Sinagog'u da tarihi kent içindeki Yahudi bölgesinde bulunuyor. Mimarisi camiye de benzediğinden ayırt etmesi biraz zor.

Kudüs'ün en büyük Sinagog'u
Sokaklarda koşturan Yahudi çocukları var. Acaba burada yaşadıkları için ne hissediyorlar diye düşünüyorum. Belki de "dünyanın merkezinde yaşıyoruz" algısına sahipler. Uğrunda en çok kavga ve savaş verilen topraklardan burası. Belki de henüz nasıl bir yerde yaşadıklarının farkında değiller. İlginç olan bir başka nokta da Yahudi bölgesinde hemen her 2 dükkandan birinin mücevherat üzerine olması. Adım başı "jewellery" levhaları..

Yahudi bölgesi hemen hemen Müslüman bölgesi kadar geniş. Ara sokaklarda dolandıktan sonra bölgenin sonuna varıyoruz. Ermenice yazılar ve bir kilise görülüyor. Böylece anlıyoruz ki Ermeni ve Yahudi bölgeleri iç içe girmiş; arada keskin bir sınır yok. Ermeni mahallesi diğerlerinin yanında oldukça mütevazi kalıyor. İç kısımda bir meydan var. Yaşayan nüfus çok yoğun değil belli ki. Birkaç el işçiliği dükkanı, restoran ve kilise. Kilisede Ermeni soykırımı ile ilgili bilgilendirici bir afiş..

Ermeni bölgesinden yönümüzü Hristiyan mahallesine çeviriyoruz. Burada da bariz bir sınır hattı yok. Yaklaşık beş dakikalık yürüyüşten sonra Latin ve Rum Kiliseleri görünüyor. Dünyayı yakından tanıdıkça şahit olunan "Müslüman geri kalmışlığı" burada birkaç kilometrekarelik alanda dahi anlaşılıyor. Kapı komşusu mahalleler olmasına karşın Müslüman mahallesi diğerlerine nazaran daha "geri". Hem maddi hem de manevi anlamda...

Hristiyan bölgesine geldiğimizde güneş batmak üzere. Burası oldukça kalabalık. Pek çok dindar Hristiyan hacı olmak için geliyor Kudüs'e. Ama bizim Hristiyan bölgesini gezmek için zamanımız kalmıyor ne yazık ki. Özellikle de Kutsal Kabir Kilisesi'ni görmeden dönecek olmak üzücü. Hristiyanların sevaplarının bolluğundan dolayı paylaşmakta zorlandıkları kilisenin bakım-onarım ve temizlik işleri dahi nasıl bir önem atfettiklerinin kanıtı. Kilisenin her bir köşesi farklı bir millet tarafından parsellenmiş halde...

Hristiyan bölgesinin girişinde biraz dolandıktan sonra tekrar Yahudi bölgesine dönüyor ve yemek yiyoruz. Ardından tekrar ara sokaklara dalıp şehir turuna başladığımız, Şam Kapısı'na doğru yol alıyoruz. İçerde kaybolmamak için zaman zaman esnafa yol soruyoruz. Akşam olunca hemen hemen her dükkan kapanıyor. Dolayısıyla içerde insan bulmak bile zor. Ama çıkışa yakın bir yerde daracık sokakta karşımıza bir at çıkıyor. Sahibi de arkadan geliyor. Fotoğraf çektiğimizi görünce para istiyor...

Şam Kapısı'ndan çıkıp Yeni Kudüs bölgesine dönüyoruz geldiğimiz yerden. Güneş gittikten sonra hava belki de 15 derece birden soğuyor. Ve yokuş yukarı çıkarken günün tüm yorgunluğu üzerimizden geçiyor. İnternetten araştırıp bulduğumuz bir bara gitmeye karar veriyoruz. Öncesinde o civarda bir cafe'ye gidip yemek yiyoruz. Garson son derece sempatik bir kız. Bize nereli olduğumuz sorunca ben de O'nun tahminde bulunmasını istiyorum. Daha öncekiler gibi O da İtalyan ya da İspanyol zannediyor. İsrail'de de tıpkı ABD gibi bahşiş zorunlu sayılabilir. Hatta bir broşürde okuduğum "hesabın %15'i" bilgisinin gerçekte son derece katı şekilde uygulandığını ertesi gün Inbal'lerle gittiğimiz barda öğreniyoruz. Inbal, garsonların maaşı olmadığını; yegane gelirlerinin bahşiş olduğunu söylüyor.

Bara gidiyoruz; ama içerde coşkulu bir hazırlık var. Henüz açılmış değil. Barın oldukça sempatik çalışanları bir saat daha "dayanmamızı", yaklaşık saat 10 gibi açılacaklarını söylüyor. Ama ne yazık ki o kadar zamanımız yok. Doğruca otobüs garına gidiyor ve biletlerimizi alıp Tel Aviv yollarına düşüyoruz.

Eve ulaştıktan sonra Inbal ve Mikail ile sohbet ediyoruz. Bizim neler yaptığımızla yakından ilgileniyorlar. Bana öyle geliyor ki, bazı şeyleri onlar da ilk defa bizden duyuyorlar. Tıpkı bizim şehrimize gelen bir turistin bazı uygulamaları yerlilerinden daha iyi bilmesi gibi.. Ertesi gün için bir program oluşturmakta yardım istiyoruz. Modern Sanat  Müzesi'ni tavsiye ediyorlar.. Biz de gayet makul buluyoruz bu öneriyi.

Bugün şehirde gezmek için son günümüz. Artık evin ordan geçen otobüsü biliyoruz. Mikail hangi durakta inmemiz gerektiğini söylüyor. Yola çıkıyoruz. Müze, bizim kaldığımız yere göre, şehrin uzak bir köşesinde. Yarım saate yakın sürüyor ulaşmak otobüs ile.

Müzenin bulunduğu muhit son derece nezih bir bölge. Etrafta kısa apartmanlar ve parklar. Her yer tertemiz ve oldukça yeşil. İstanbul'dan sonra gayet yaşanılası geliyor bu muhit. Bir yerde kahvaltı yapıyoruz. Ardından müzeye gidiyoruz. Girişler, yanlış hatırlamıyorsam, 50 şekel. Ama yanımızdaki öğrenci kartları işe yarıyor ve indirimli fiyattan giriyoruz.

Müze oldukça büyük. Hatta iki farklı binadan oluşuyor. Bir bölmesinde resim, diğerinde mimari ve heykel, bir başkasında çocuklar için
legolar ve bir başka kısımda İsrail-Filistin sorununa dair bolca doküman bulunuyor. Resimle ilgili kısım çok zengin. Zaten Avrupa'daki çeşitli müze ve sergilerle ortaklığı bulunduğundan Picasso'dan Van Gogh'a çok geniş bir yelpazede birçok meşhur sanatçının resimleri var. Türkiye'de dahi bu kadar şöhretli insanların resimlerini görme şansımız olmadığından dikkatle inceliyoruz resimleri.

Müzenin benim açımdan en ilgi çekici yeri ise Filistin sorunuyla ilgili kısım. Gerçekten bizim ülkemizden gelen birinin ağzını açık bırakabilecek şeyler paylaşılıyor müzede. Eğer Türkiye'de olsaydı bu müzenin eşleniği, devletin İstanbul'da açtığı bir Ermeni Soykırımı müzesi olurdu. İsrail-Filistin sorununa dair öyle dokümanlar var ki, görünce İsrail devletinden kolaylıkla tiksinme yaratabilir. Bunlardan en bariz olanlar ise Filistinli bir sanatçının çektiği videolar. Müzede yan  yana duran birkaç odada bu videoların gösterimleri yapılıyor. Videoda İsrail'in ördüğü utanç duvarı (seperation wall) -Türkçe çevirisi çok yanlı olduğu için İngilizce kabul görmüş çevirisini de söylüyorum- sebebiyle su kaynağı duvarın İsrail tarafında kalan Filistinli köylülerin onlarca haftadır her perşembe gerçekleştirdikleri gösteriler var. Bu gösterilere pek çok yabancı aktivist ve barışı destekleyen İsrailli de katılıyor. Videolar Filistinli köylülerin arasında ve onların gözünden çekildiğinden, İsrail işgalci ve zalim olarak algılanıyor. İsrail'in devlet müzesinde böyle bir belgeye rastlamak bana olağanüstü geliyor. Akşamında bu olayı Inbal'lere anlattığımızda onlar çok şaşırmıyor. "Tel Aviv çok liberal bir yer. Her şeyle karşılaşabilirsiniz" diyorlar.
 Müzeyi gezmeyi hızlandırıyoruz; yoksa akşama kadar tüm zamanımız gidebilir burada. Artık gezecek takatimiz kalmayınca müzeden ayrılıyoruz.

Önceki akşam Mikail'in tavsiye ettiği, yakınlarda bulunan Hamiznun Restoran'ı aramaya başlıyoruz. Sorduğumuz insanlar genelde çok yardımsever. Ama restoranın yerini tam olarak bilen birini bulana kadar epey vakit kaybediyoruz. Aynı cadde üzerinde birisi aşağı gönderiyor bizi; öbürü yukarı. En sonunda sorduğumuz bir
restoranın sahibi bize harita üzerinden gösteriyor tam yerini. Gittiğimize değiyor gerçekten. Kendine has havası olan ve gençlerin çok yoğun olduğu bir restoran. Biz gittiğimizde boş masa yok. Ama birkaç dakika içerisinde bir yer boşalıyor ve hemen kapıyoruz. Aynur için son derece lezzetli vejeteryan yemek de bulunması bizi mutlu ediyor. Yemeğimiz bittikten sonra yine yakın civardaki, Almanların inşa ettiği Sarona bölgesine gitmeye karar veriyoruz.

Sarona
Burası aynı zamanda Tel Aviv'deki gökdelenlerin yoğun bulunduğu bir bölge. Sarona şehrin içinde bir bahçe. Bahçede bol miktarda iki katlı binalar var ve çoğunda restoranlar bulunuyor. Burada yaşayanlar için cazip bir yer sayılır. Tahminimce pahalı aynı zamanda. Sarona'da biraz turladıktan sonra şehrin daha kuzeyindeki Ha'Medina meydanına yürüyoruz. Etrafta turladıktan sonra eve dönme vakti geliyor. Ne de olsa bu akşam yemek bizden! İsrailli ev sahiplerimize kısır yapacağız. Bulgur'un İbranice'sinin "Bulgul" olması işimizi kolaylaştırıyor; ama ne yazık ki civardaki marketlerde bulamıyoruz. Bunun üzerine karar değiştirip yeşil mercimek salatası için gerekli malzemeleri alıyoruz.

Eve gelip salatayı yapıyoruz. Tadı hoşlarına gidiyor. Her ne kadar kendi evimizde yaptığımıza nazaran biraz tatsız-tuzsuz gelmiş olsa da onların beğenmesi bizi de gayet memnun ediyor. Bu son gecemiz olduğundan mıdır, nedir muhabbet daha koyu bu akşam. Çenemiz düşüyor. Belki aradan geçen birkaç günün getirdiği yakınlık veya ayrılacak olmanın verdiği veda hissi..

Gecenin sonuna doğru, daha önceki gecelerde olduğu gibi, bara gitmek isteyip istemediğimizi soruyorlar. Bu defa gönüllüyüz. Arabayla bir yere götürüyorlar. Oldukça büyük ve kalabalık bir bar. Gece hayatının aktif olduğu sadece bu bardan dahi tahmin edilebilir düzeyde. İçerde çok yüksek ses olsa da biralarımızı keyifle içiyoruz. Hatta Mikail'in davetiyle hemen yanımızdaki büyük ataride, çocukluğumda oynadığımıza benzer tarzda bir oyun oynuyoruz. Geceyi eğlenceli bir şekilde tamamlıyoruz.

Sabah veda zamanı. İçimizi ısıtan insanlara minnetle gülümsüyoruz. Onlar da aynı şekilde karşılık veriyorlar. İstanbul'a bir kere daha davet ediyoruz. Ardından ilk geldiğimiz gün ile aynı yoldan, ama bu sefer sokakları çok iyi bilerek, havaalanının yolunu tutuyoruz. Dönüşte bahtımız daha açık. Pek bir sorguya tutulmadan, işlerimiz rast giderek uçağa biniyoruz ve evimizdeyiz. Ama bu son olmamalı. Çünkü henüz İsrail'de görmeyi isteyip de göremediğim birçok yer var. O yüzden "tekrar görüşürüz" demeyi tercih ediyorum...