26 Aralık 2014 Cuma

Şalom Takanat!

Aslında aylar önce İran'a dair bir yazı ile devam etme sözü vermiştim. Ama ne yazık ki bu sözü tutamadım. Halbuki bugüne kadar gezdiklerim arasında en sevdiğim, kendime yakın bulduğum ülke oldu İran. Tabi davulun sesinin uzaktan hoş geliyor olma ihtimali de yok değil. Yani İran'da yaşasam belki böyle düşünmeyeceğim. Ne de olsa pek çok okumuş İranlı ülkesinde yaşamamak için çeşitli yollar bularak başka ülkelere kaçıyor. İran'la ilgili yazıyı bir sonrakine bırakayım. Şimdi İsrail'den devam edeceğim..

 İlk duyan birçok kişinin "orada ne işiniz var?" tepkisi verdiği bir ülke İsrail. Malum, milletçek kırılması zor bir negatif algımız var bu ülkeyle ilgili. Özellikle de dindar kesimde şeytanın vücut bulmuş hali benzetmelerine mazhar olan bir ülke. Halbuki onlar bizimle ilgili ne kadar az önyargıya sahipken. Bunda özellikle Filistin sorununun payı büyük sanırım. Ancak o noktada da ne kadar tek taraflı bir algıya sahip olduğumuzu dünyayı takip ettikçe, kendi evrenimizden başımızı çıkartıp dışarı baktıkça farkettim. İsrail'in adaletsiz uygulamaları, orantısız kullandığı şiddet, zorbalık, utanç duvarı gibi konular yabana atılamaz; lakin Hamas'ın şehirlere gönderdiği füzelerden bahsetmezsek de konu eksik kalır.

İsrail'i gezme fikrini ilk kafama sokan o zamanlar okuduğum Vatan gazetesi yazarı Tuğçe Baran olmuştu. Daha sonra farklı yerlerde benzer tavsiyeler gördükten sonra tamamıyla kafama yattı. 

Gezimizi 2 ile 6 kasım aralığında, 4 gün olarak planladık. Yetmediğini baştan belirteyim. Gitme fırsatınız olursa, sadece İsrail'de gezecek dahi olsanız 4 gün gayet kısa bir süre. Özellikle Kudüs şehrinin her bir adımı tarih barındırdığı için gezmesi zaman alıcı. Eğer uzunca bir zamanım olsaydı İsrail'i takiben kapı komşuları Mısır ya da Ürdün'e gitmek isterdim. Özellikle namını çok duyduğum Ürdün'deki Petra Antik Kenti'ne.

Genel olarak hava gezmeye çok uygundu. Sadece Kudüs'te hava karardıktan sonra biraz üşüdük. Denize mesafesi sadece 60 km olmasına karşın Tel-Aviv ile arasında bariz bir iklim farkı var. Kış mevsimi nedeniyle havanın erken kararması da bir dezavantaj oldu. 

Gitmeden evvel İsrail'in güvenlik konusunda über-paranoyak olduğuna dair pek çok yazı okudum. Bunlar kısmen doğru ve kısmen yanlış çıktılar diyebilirim. Öncelikle sade ve ortalama bir Türk vatandaşı için sorun çıkarmayacaklarını öngörebiliriz. Bunu İstanbul ile Tel-Aviv arasında günde 11 uçak seferine bakarak da söyleyebiliriz aslında. Çünkü yoğun bir ilişki var iki ülke arasında. Hem ticari hem de turistik anlamda. Turist akımı ise daha ziyade oradan buraya doğru. Hemen herkes Antalya'dan haberdar örneğin. Birçok kişinin ya da bir yakınının Türkiye'ye yolu düşmüş diyebiliriz. 

Bu gezinin bizim için bir özel yanı ilk defa couchsurfing'in işe yaramış olmasıydı. Daha önce birkaç farklı ülkeye giderken girişimde bulunup cevap alamayınca çok umudum kalmamıştı. Gene de 6-7 kişiye evinde kalma önerisi gönderdim. Bunlardan bir tanesi kabul etti. Ne var ki kendisi aynı zamanda bence en iyisi olandı :) Inbal isimli 29 yaşında bir kız. Linguist. Afrika dillerine ilgi duyuyor ve birçok Afrika ülkesini gezmiş. Aynı zamanda Filistin sorunu ile ilgili bir aktivist. Şahane bir profil!

Ama bir de polisin "şüpheli" sınıfına koyduğu kişiler var. Bu kişiler için hayat azap olabilir. Ben bunlardan biri oldum! Sebebi ise daha önce İran'ı ziyaret etmiş olmam. Gitmeden önce konsolosluğa bu konuyu danıştığımda hiçbir sorun olmayacağını söylediler. Havaalanında pasaport kontrol polisi İran'a giriş çıkış yaptığımı görünce gayet nazik bir şekilde birkaç soru sordu. Ardından yan taraftaki geniş bir odada beklememi istedi. Biraz moralim bozuldu elbette; ama soğukkanlı kalmaya çalıştım. Kuyrukta hemen ardımda olan Aynur'un da polis tarafından pasaportu kontrol edildikten sonra benimle aynı yere alınacağına emindim. O yüzden gelmesini bekledim. Lakin bankoda sadece 2 dakika kaldıktan sonra geçişine izin verildi. Bu durum bende soğuk duş etkisi yarattı. Fakat sonra düşününce nedenini anladım: Aynur İsrail gezisi öncesi pasaportunu yenilediği için İran'a giriş çıkış yaptığı görünmüyordu. Bunun dışında şüphe uyandıracak başka bir şey de yoktu zaten..

Benim havaalanında 2,5 saat alıkonma maceram böylece başladı. Önce bir saate yakın bu geniş odada bekledim. Aynur da beni pasaport kontrolün öte tarafında beklerken "bekleme yapmamasını" söylemişler. Aynur beni beklediğini söyleyince ordaki görevli beklediğim odaya yönlendirmiş. Dolayısıyla bütün süreç boyunca odada beraber kaldık. Bu geniş odada benden başka yaklaşık 15 kişi daha vardı. Bazılarının zamanla isimleri okunarak pasaportları dağıtıldı ve girişlerine izin verildi. Bu sırada bekleyen gruba yeni katılanlar oldu. Bekleme odasındaki profili "terörist görünümlü" diye basite indirgemek pek kolay değildi. Zira grupta Avrupalı, Rus, çekik gözlü, zenci, Arap, Hispanik gibi envai çeşit insan vardı. 

Bir saatlik beklemeden sonra beni çağırdılar. Ayrı bir ufak odaya gittim çağıran polis ile. Burada öncelikle İsrail'e neden geldiğimi, ne kadar süre ve nerede kalacağımı, nereleri gezmek istediğimi, gelirken kimlerden tavsiye aldığımı sordu. Soruları son derece seri bir şekilde soruyor; ardından benim hareketlerime, yüzüme, konuşmama ve bilimum yalan-ele-verici noktalara odaklanıyordu. Ama ben hazırlıklıydım. Zira daha önce gelmiş olanların bloglarında okuduğumu uygulayarak sakin kaldım, sorulara güzelce cevap verdim; polisin işini olabildiğince kolaylaştırmaya çalıştım. 

Ama ilk yalandan sonra gerisi çorap söküğü gibi gelirken yalan konusundaki amatörlüğüm de herşeyi eleverdi. Dönüş biletimin olup olmadığını sordu. Ben de mailimde bulunduğunu ve internete bağlı olmadığımı söyledim. Wireless bağlantıyı açmamı istedi ve şifreyi verdi. Daha sonra mailime girdik ve biletimi kontrol etti. Ardından gezdiğim ülkelerle ilgili sorulara başladı. Başlarken de "Önce Ortadoğu ile başlayalım..." şeklinde bir giriş yaptı. Elbette İran ile başladık söze. İlk sorusu "yalnız mı gittin" oldu. Anlık olarak Aynur'un adını vermemem gerektiğini anımsadım ve "evet" dedim. Bu anlık duraksama polisin şüphelenmesini beraberinde getirdi ve "emin misin?" diye sordu. "Evet, eminim" dedimse de içten içe yalanım ortaya çıkacak korkusu sardı ve yüzümün kızardığını hissettim. Neden, ne zaman ve hangi şehirlere gittiğimi, ne kadar süre kaldığımı, kimlerden tavsiye aldığımı sordu.. Ardından İran'da tanıdığım olup olmadığını sordu. Ben de Tebrizli arkadaşımız Farzin'in adını verdim. Polis bir kurban bulmuşçasına bir edayla Farzin'e dair pek çok soru sordu. Ardından kendisinin iletişim bilgilerini istedi. Bu noktada biraz asabım bozuldu ve "bu bilgi özel hayata dair. Sizinle paylaşmam doğru olmayabilir" diyerek ufak bir çıkışta bulundum. Polis, rahat olmamı, yasalara göre bu bilgilerin kimseyle paylaşılmayacağını söyledi. Farzin'in telefonunun bende kayıtlı olup olmadığına emin olamadım bir an ve polise de öyle söyledim. Polis telefonumu aldı ve rehbere girmemi istedi. Arama kısmına İran'ın ülke kodunu girdiği anda Farzin'in numarası karşısındaydı! Bu anda büyük bir şaşkınlık yaşadım. Oldukça profesyonel bir sorgucu ile muhattaptım. 

Farzin'e dair bilgileri bir kağıda not etti. Ardından benzer soruları Lübnan seyahatime dair sordu. Neyse ki o konuda pek muğlak bir nokta yoktu. Gelgelelim en zor kısmı İsrail ile ilgili olandı. Standart soruları sorarak başladı. Herşey standart gibi görünse de sorguya çekilme psikolojisiyle midir nedir, kendimi suçlu gibi hissediyordum ve nerdeyse utanç içerisindeydim. İsrail'de tanıdığım olup olmadığımı sordu. Elçiliğe vize başvurusunda belirttiğimiz gibi hostelde kalacağımızı, dolayısıyla Inbal'in adını karıştırmamayı düşünmüştüm. Nitekim gelmeden önce Inbal ile konuşmalarımızda da bundan bahsetmiştik. Aksi takdirde davet mektubu istenecekti. İsrail'de tanıdığım olmadığını söyledim. Ve o meş'um an geldi. Telefonumu alıp rehbere İsrail'in ülke kodunu girdiğinde karşısına çıkan isme bakarak: "İsrail'de tanıdığın yoksa Inbal kim?" diye sordu. Kafamdan aşağı dökülen kaynar suları savuşturmak için çok kısa bir zamanım vardı. Ya bir itirafta bulunarak hakikatleri olduğu gibi anlatacak ya da yalan girdabına girecek ve gidebildiğim kadar gidecektim. İkincisini seçtim: Inbal'in tanıdığım birisi olmadığını, yıllar önce İsrail'e gelen kuzenimin bir arkadaşı olduğu ve bana yardımcı olabileceği için kuzenimden numarasını aldığımı; ama kendisine ulaşamadığımı ve belki numarasını değiştirmiş olabileceğini söyledim. Bunun ardından yıllar önce buraya gelen kuzenimi sordu. Metin abimden bahsettim. Kendisi sırt çantalı bir gezgin olarak onlarca ülke gezdi; fakat İsrail'e gelip gelmediğine dair hiçbir fikrim yoktu. Kuzenimin de numarasını aldı. Ardından benim ve babamın numaralarını; ayrıca benim kullandığım tüm mail adreslerini aynı kağıda yazdı. Sanki her bir soruda yerin dibine biraz daha batarmış gibi hissediyordum. Sorgu bittiğinde kibarca salona dönmemi, bir süre sonra tekrar çağıracaklarını söyledi. Salona dönüşte yüzümden adeta ateş çıkıyordu. Aynur'a olanı biteni anlattım. Ağlanacak haldeydik belki; ama epey bir güldük..

Artık polisin yalanımı ortaya çıkaracağına emindik. Rahatlıkla Inbal'i arayabilir ve kim olduğumu sorabilirdi. Elinde bana dair o kadar çok bilgi vardı ki, yalan söylemek son derece lüzumsuz olacaktı. Bu halet-i ruhiye içerisinde yapılacak en iyi şeyin polise gidip herşeyi itiraf etmek olduğunu düşündük. Böylece polise tüm gerçeği olanca açıklığıyla anlatacaktım. Öyle yaptım. Odasına giderken yolda karşılaştık. Inbal'i tanıdığımı; ama adını karıştırmamak için yalan söylediğimi belirttim. İlk tepkisi "Madem İsrail'de birisini tanıyorsun, neden bunu söylemiyorsun? Bunu söylesen işin kolaylaşırdı." oldu. Bu cevaba biraz afalladım açıkçası. İnsan fişlemenin yaygın olduğu bir ülkeden geldiğimden birinin ismini vermeden evvel kırk defa düşünmek gerekti. Bu diyaloğun ardından tekrar salona dönmemi söyledi. Ancak çok geçmeden geri geldi. Inbal'in numarasını göstererek bir hanenin eksik olduğunu söyledi. O anda kafamdaki ampul yandı. Ben de bu yüzden Inbal'e ulaşamamıştım bir türlü. Whatsapp'ten mesaj attığımda gitmemişti. Hatta hiçbir zaman çevrimiçi olmamış gibi görünüyordu. Bu sayede polise karşı da elim kuvvetlendi. Artık Inbal'e ulaşma imkanı pek yoktu.

Aradan yaklaşık yarım saat daha geçtikten sonra bir başka polis memuru gelerek salonda yüksek sesle benim adımı okudu. Heyecanla ayağa kalktım. Pasaportumu verdi ve artık gidebileceğimi söyledi.

Uzun bir beklemenin ardından nihayet özgürdüm. Böylelikle havaalanında 20 dolar karşılığı olacak kadar şekel aldık ve dışarı çıktık. Havaalanından bizdeki metro ile banliyö arası bir form denebilecek hat geçiyor. Tek ve uzunca bir hat, Haifa'ya kadar gidiyor. Ayrıca metro kadar sık durakları yok. Terminal binasından çıkınca ilk izlenimim beni şaşırttı doğrusu. Çok defa İsrail'in kozmopolit bir ülke olduğunu duymama karşın gördüğüm çeşitlilik karşısında hayret etmeden duramadım. İbranice dışında konuşulan başka diller de vardı. Ülkenin iki ana dilinden biri de Arapça olması hasebiyle zaman zaman kulağıma çalındı; ama onun dışında İngilizce, Rusça ve diğer bazı dilleri de duydum. Sokaklarda bolca zenci vardı. Öyle etkilendim ki bu çeşitlilikten; Amerika'da bile böyle bir "dünya karması" görmedim diye düşündüm. Birçok insanın yüzü Akdenizli sıcaklığını barındırsa da dünyanın her yerinden Yahudilerin buraya yaşamaya geldiği belli oluyordu. Envai çeşit insan; zenci, çekik gözlü, hispanik, sarışın, beyaz, buğday tenli, ve hepsi İbranice konuşabiliyor. Meğer İsrail kurulduktan sonra en önemli göçünü Rusya'dan almış ve o dönemde gelen Yahudiler bugün tarımla uğraşan en büyük kesimi oluşturuyormuş.

İnternette okuduğumuz bilgiler bizi yanıltmadı; neredeyse herkes İngilizce konuşuyordu. Ayrıca gerçekten son derece sıcakkanlı insanlardı. Bize candan yardımcı olan çok sayıda insan oldu. Nereli olduğumuzu öğrendiklerinde de genelde yüzlerinde nazik bir gülümseme ve bazen biraz şaşkınlık oldu.

Havaalanından trene binip Hahagana İstasyonu'nda indik. Önceden Inbal ile yazışmalarımızda evinin yerini öyle güzel tarif etmişti ki, hem harita üzerinde hem de fotoğrafla, kolaylıkla bulacağımıza şüphem yoktu. Trenden indikten sonra üç alternatif vardı: otobüs, taksi ya da tabanway! Bir şehri tanımak için en iyi yol yürümek olduğundan yürümeye karar verdik. Yaklaşık 20-25 dakikalık yürüyüşle Inbal'in evine vardık. Kapının önüne gelince daha önceden rica ettiği üzere seslendik Inbal diye. Çünkü evde zil sistemi yoktu. O muhitte evler iki katlı olduğu için sesi duyurmakta kayda değer bir sıkıntı olmadı. Önce ürkek bir şekilde, birkaç kere. Sesimizi duyuramayınca giderek artan bir tempoda ve en sonunda neredeyse bağırarak.. Neyse ki sonunda duydu(lar) :) Erkek arkadaşı Mikail ile camdan baktılar, selamlaştık ve ardından kapıyı açtılar bize..

Biraz garip bir duygu, daha önce hiç karşılaşmamış olduğun birisinin evinde kalmak. Hem bir yabancılık hem de aşinalık. Aşinalığı yaratansa ev sahiplerinin gösterdiği güler yüz ve incelik. Nitekim bizim odamızı hazırlamışlar. Biz gelince şöyle bir saçılıp dökülürken onlar da mutfağa girdi. İçerden sesler gelmeye başladığına göre bizim için bir şeyler yapıyorlardı. Karnımızı yolda aldığımız abur cuburla doyurmuştuk aslında. Ama içeriye, yanlarına döndüğümüzde gördük ki salata hazırlıyorlar. Bizim yardımımızı da kabul etmediler. Dinlenmemizi istediler.

O gece beraber salata yedik ve sofrada uzun müddet sohbet ettik. Henüz yeni tanışıyor olduğumuzdan biraz mesafeli ve meraklıydık birbirimize karşı. Bulaşıkları Aynur ile ben yıkadık. Türkiye'den Inbal ve büyükannesi için getirdiğimiz hediyeleri verdik. Büyükannesi Gelibolu doğumlu olduğu için ıhlamur istemişti bizden. Büyükanneden önce Inbal ve Mikail denediler ıhlamuru. Kokusunu çok sevdiler. Bir süre daha muhabbet ettikten sonra uyku için odamıza çekildik. Ev sahiplerimizden son derece memnunduk. Inbal son derece hümanist bir kızdı. Kafamdaki imajıyla uyuşur biçimde milliyetçilik ve faşizm karşıtı, yardımsever ve gönüllü olarak çalışmalar yapan birisiydi. Mikail ise bir derece daha "Yahudi" olsa da hakkında marjinal denemeyecek kadar ılımlı bir insandı aynı zamanda.

Ertesi sabah erkence uyandık. Gelmeden evvel Inbal ile yazışırken benden bir ricası bulunduğunu; eve giriş çıkış saatlerimizi kendisine göre ayarlamamızı istemişti. Bizim için hiç sorun değildi bu. Sabah en geç 10'da evden çıkıyorduk, beraberce. En erken ise akşam 7'de dönüyorduk..

Sabah kahvaltıya davet ettiler, her ne kadar kendileri yapmasa da. Her sabah taze portakal ve nar suyu içiyorlardı kahvaltı niyetine. Biz de Mikail'in sayesinde taze meyve sularından nasiplendik. Ve o sabah Tel Aviv'i keşfe başladık. Mikail'le beraber evden çıkıp şehir merkezinde, tıpkı bizdeki gibi pazar kurulan bir yere geldik. Burda Mikail bizden ayrıldı ve işyerine gitti.

Mikail'den ayrıldıktan sonra pazar yerinde bir süre gezdik. Bizim pazarlara mahsus olduğunu zannettiğim taze meyve sebze kokusu, müşteri satıcı hoşbeşleri burada da vardı. O yüzden pazarda gezerken evimde gibi hissettim desem yalan olmaz :)

Bir süre sonra hemen hemen her köşe başında bulunan taze meyve suyu sıkıp satan dükkanlardan birine uğrayıp birer tane daha
Akdeniz kıyısı ve sağ arkada tarihi Yafo (Jaffa) bölgesi
meyve suyu içtik. Ne hikmetse vitaminsiz kalmış gibi meyve suyu aşkı sardı. Gezdiğimiz pazarda İsrail'in modern yüzünün yanında "Ortadoğulu" havası da rahatlıkla solunabiliyordu. Henüz pazardan çıkmamışken aniden yağmur başladı. Öyle şiddetli yağdı ki, 10 dakika içerisinde ortalık göle döndü. Bizim için gayet tanıdık bir manzara...

Yağmur dindikten sonra Akdeniz'in kenarına doğru yürümeye karar verdik. Tel-Aviv deniz kenarında ve -söylenene göre- oldukça güzel kumsallara sahip bir şehir. Özellikle yaz aylarında sahillerde adım atacak yer olmadığı söyleniyor.
 Sahile kısa bir yürüyüşün ardından varıyoruz. Sahilde bisiklet ve koşu yolu var. Az ötede Tel Aviv'in tarihi kent merkezi Yafo (Jaffa) var. Yafo kelimesi Türkiye'ye döndükten sonra iki kez daha kulağıma geldi ve artık unutmam çok zor. Bunlardan birisi arkadaşımın internetten "meşhur Yafo portakalı" siparişini verdiğini öğrenmem - ki meşhur olduğunu ilk defa o an öğrendim-; ikincisi de aynı dönemde okuduğum F. Rıfkı Atay'ın Zeytindağı kitabında Yafo'daki Yahudilerden ve onların portakal ticaretinden bahsetmesi oldu.


Yafo bölgesi taş binalarla kaplı, geçmişi çok eskilere dayanan; ancak günümüzde çoğunlukla sanat galerilerinin tarihi taş binaları işgal ettiği bir muhit. Hemen hemen adım başı farklı bir sanat galerisi var. Bu kadar fazla galeri bana gına getirtti desem hakkım var! Ayrıca bu galeriler bana zengin Yahudi'leri söğüşlemek için türemiş yerler izlenimi veriyor. Çoğunun Amerika ve Avrupa ülkelerinde de şubeleri bulunduğunu gösteren yazılar var. Halbuki bu bölge en çok müzelere yakışırdı bence. Neyse ki tarihi şehir gayet bakımlı duruyor; yıpranmamış bir hali var.


Daracık sokakları ve taşların rengi hasebiyle Mardin'i biraz çağrıştırıyor Yafo. İçeride bolca turistin gezdiğine de şahit oluyoruz. Bu bölgede sadece bir tane müzeye denk geldik. O da son derece ticari amaçlarla kurulmuş gibi duruyor. Fatma'nın eli hem Müslümanlar hem de Yahudiler için anlam taşıdığından İsrail'de gayet yaygın. Bu müzede de bolca satılıyor Fatma'nın elinden.

"Pişpişim şuk"ta bir dükkan
Yafo'daki turumuz bittikten sonra civardaki bir restorana giriyoruz. Yemekler son derece tanıdık. İlginç noktalardan birisi Türkiye'de dahi çok popüler olmayan Şavurma'nın burada epey yaygın olması. En gözde fast-food'ları ise Falafel köftesi. Yemek yediğimiz restorandaki görevli kadın gayet sıcakkanlı ve konuşkan. Kocasının Türk kökenli bir Yahudi olduğunu söylüyor. Zaten bize dair oldukça bilgi sahibi. "Fatmagül'ün Suçu Ne" dizisinden bile haberdar! Daha ne olsun? Son yaşanan olaylardan sonra Türkiye'ye gelme konusunda çekinceleri var. Bir ay önce Antalya'daki tatilini yarıda kesip apar topar ülkesine dönmüş. Sebebi kaldığı otelin civarındaki esnafın İsrailli olduklarını öğrendikten sonra takındığı tutum. Çocuklarına "kış kış" demişler. Varlıklarından memnuniyet duyulmadığı hissettirilmiş. Çocuklarının zarar görmesinden korkup derhal dönmüşler İsrail'e. Bize olayı anlatırken "Bizler şeytan değiliz. Yahudiler de insan" diyor gayet insancıl ve içinde nefrete uğramış bir insana has tedirgin tutumla. "Artık sizler İsrail'e gezmeye gelebilirsiniz; ama bizim oraya gelmemiz çok zor" diyor. Radikal dinci terör örgütlerinden de muzdarip. Telefonundan IŞİD'in bir videosunu izletiyor. Midemde hareketlenme oluyor. İlk defa kafa kesme sahnesini böyle açıkça görüyorum..

Kadınla epey sohbet ettikten sonra dostça ve içimizde buruk bir mahcubiyetle ayrılıyoruz. Bu kez hedef "pişpişim şuk". İranlıların kedi çağırma ünlemi "pişpiş" ile iyelik ekini birleştirip oluşturduğumuz "pişpişim" kelimesi bizim kedimize sıklıkla söylediğimiz bir kelime olduğundan akılda tutması kolay. Her söyleyişimizde yüzümüzde tebessüme sebep olan bu bölge kendine has tasarım ürünleri satan dükkanların toplandığı bir mahal. Bazı tasarım harikalarında dibimiz düşüyor gerçekten!

Şehirde biraz daha gezdikten yer yer oturup bir şeyler atıştırdıktan sonra eve dönüş zamanı geliyor. Döndüğümüzde Mikail ve Inbal ile sohbet ettikten sonra erkence uyumak için odaya geçiyoruz. Ne de olsa ertesi sabah büyük gün: sırada Kudüs var.


Sabah erkence kalkıp otobüs garına gidiyoruz. Biletler otobüsün içerisinde satılıyor. Otobüs şoförü ile İngilizce konuşabilmek hakikaten iç ferahlatıcı! Kudüs bileti tek yön 16 şekel. Yaklaşık bir saatlik bir yolculuk. Gayet konforlu bir yolculuk yapıyoruz. Aynur her taşıtta olduğu gibi uyuyakalıyor ve şehrin girişini göremiyor :( Oysa girişte bana bir heyecan hasıl oluyor. Müslüman, Yahudi ya da Hristiyan da değilim halbuki. Üç semavi dinin kutsal şehri ister istemez bam telime dokunuyor.

Beklemediğim ölçüde yeşil bir şehir. Ayrıca tepeler üzerinde birbirine uzak yerleşimler göze çarpıyor. Otobüsten indiğimiz dakika Tel Aviv ile Kudüs'ün New York ile Bitlis kadar birbirinden farklı olduğunu soluyorum. Her yer polis ve asker dolu. Şehir adeta "güvenlik" diye haykırıyor. Ayrıca dindarların oranca fazla olduğu hemen göze çarpıyor. Hem Ortodoks Yahudisi diye tabir edilen siyah takım elbiseli, fötr şapkalı ve saçları yandan örgülü insanlar çok yaygın; hem de çarşaflı Müslüman kadınlar. Dünyadaki algısı kavgalı iki ırk olan Müslüman ve Yahudilerin bu kadar iç içe yaşıyor olması hem şaşırtıyor hem de hoşuma gidiyor.

Eski şehrin surları
Şehir Eski ve Yeni Kudüs diye adlandırılan iki ana kısıma bölünmüş. Araları yaklaşık 3-4 kilometre. Şehrin ana caddesinden geçen tramvay hattı eski ve yeni şehri birbirine bağlıyor. Bu caddeyi yaklaşık yarım saatte yürüyoruz. Caddenin sonunda şahane bir manzara bizi karşılıyor. Eski şehrin surları görünüyor. Lakin görünen buz dağının üstte kalan kısmı. Eski şehir gerçekten çok büyük. Etrafı tamamen surlarla çevrili. Ve bu şehir dört kısımdan oluşuyor: Müslüman, Hristiyan, Yahudi ve Ermeni bölgeleri..


Şam Kapısı
Haritaya bakarak bir plan yapıyoruz. Müslüman bölgesinden başlayarak devam edeceğiz. Biraz ilerde Müslüman bölgesine açılan "Şam Kapısı" var. Eski şehre adımımızı buradan atıyoruz. Bu kapıda özel bir güvenlik tedbiri olmamasına karşın giriş-çıkış yapan hemen herkes Müslüman. İlerleyen saatlerde daha net anlıyorum ki şehir bir şekilde homojenize olmuş! Her tavuk kendi çöplüğünde öter misali, örneğin Müslüman bölgesinde bir Yahudi görmüyoruz. Ya da Yahudi bölgesinde bir Müslüman. Bu ayrışma tarihsel acılar ve tecrübelerle mi oluşmuş, öyle olmadıysa aynı surun içerisinde insanlar nasıl bir araya gelmeden duruyor; anlayamıyorum. Burada yaşayan birilerine sormadan anlaması da pek mümkün görünmüyor.

Tamamen taş binalardan oluşması sebebiyle mükemmel bir estetiği olan yeni şehre ek olarak, eski şehir bölgesinde tarih ve canlılık da ekleniyor. İçerisi buram buram tarih kokuyor. Hem de diri diri. Surların içerisinde genelde dükkanlar ve esnaf var. Bunun yanısıra evler ve oteller de gördük. Halk alışveriş yapmak için bu tarihi çarşıyı tercih ediyor sanırım.

İçerde gezerken dükkanlardan birisinde muhabbet koyulaşıyor. Türkiye'den geldiğimizi öğrenince Filistinli'lerin hoşuna gidiyor. Hatta gıpta ettiklerini de hissediyorum. Dükkanın sahibine Filistin'i merak ettiğimi söylüyorum ve nasıl giriş yapabileceğimizi soruyorum. Ne de olsa burası İsrail'in başkenti ve halen İsrail topraklarında sayılırız. Adam bizi arabayla Ramallah'a götürebileceğini söylüyor. Ama fiyat konusunu ısrarla konuşmak istemiyor. "Yardımcı olacağım" dese de bir dost kazığı yemek an meselesi olabilir. Nitekim adama çok güvenemiyoruz; o yüzden Filistin topraklarını görme umudu başka bahara kalıyor.
Kubbetüs Sahra
Ne yazık ki Şark kafası buralarda çok yaygın. Kazıklama, yalan söyleme, kandırmaya çalışma. Örneğin çok beğendiğim bir magnetin fiyatı 25 şekel iken biraz pazarlık ve dükkanı terk ediyorum blöfünün ardından 10 şekele iniyor. O yüzden duyduğunuz her fiyattan şüphe eder oluyorsunuz. Ayrıca sürekli bir şeyler satmaya çalışan esnafın baskıları da biraz bunaltıcı olabiliyor. Hele de bunu "din kardeşiyiz" namzetiyle yapmaya çalışınca sinirlenmemek elde değil.


Mescid-i Aksa'nın olduğu meydana yaklaşıyoruz. Bu meydana açılan kapılar İsrail askerleri tarafından tutulmuş halde. İçeri girerken "din kontrolü" var. Pasaportları çıkartıp müslüman olduğumuzu kanıtlıyoruz! Aslında aynı meydana açılan ve turistlerin kullandığı bir başka kapı daha var; ama girişler ayrı yapılıyor. İsrail polisinden sonra Filistin zabıtası(!) ayrı bir kontrole tabi tutuyor. Aynur'un kafasının kapanması gerekiyor. Ama bu yetmiyor. Giydiği pantolon uygunsuz bulunuyor sanırım ki, üstüne giymesi için koca bir çarşaf veriyorlar. Bu kadarı son olsun diye umarken bahçede gezen bir teyze bize bakarak söylenmeye başlıyor. Tavırlarından kendisinin tanrının bu dünyada ahlak bekçisi olarak görevlendirdiği kişi olduğu anlaşılan teyze Arapça bir şeyler söylüyor. Müslüman olduğumuzu anlasın diye Türk olduğumuzu söylüyoruz. Türk kelimesini anlıyor elbet; ama yüzündeki müphem şüphe kaybolmuyor. İki kez "Yahud?" diye soruyor. Daha fazla kendimizi ispat etmeye tahammül edemiyoruz ve yanından ayrılıyoruz.
Kubbetüs Sahra'nın iç kısmı
Mescid-i Aksa
Kubbetüs Sahra ve Mescid-i Aksa tapınaklarına yalnızca Müslümanlar girebiliyor. Ama bu kez hakiki bir testten geçmek gerekiyor, pasaport yeterli değil. Nitekim kapıda Müslüman olduğunu söylemesine karşın içeri alınmayan çekik gözlü bir kadına rastlıyoruz. Sıra bize geldiğinde görevli kişi Kur'an okumamızı istiyor. Önce hayret içinde kalıyorum. Afallıyorum ve öylece kalıyorum. Sonra Aynur Fatiha suresini okumaya başlıyor. Adamın yüzünde bir haz ifadesi, sanki kendi eserini ezbere okuyoruz. Ben de hemen katılıyorum Aynur'a. Fatiha suresi bitince o gizemli kapı açılıyor ve Kubbetüs Sahra'ya giriyoruz. İçerisi sıradan bir camiden hallice. Belki biraz daha çok işleme var. Ayrıca devam eden bir tadilat var. Namaz kılan kişiler.. Buradan çıkıp hemen karşısındaki Mescid-i Aksa'ya gidiyoruz. Burası Hz. Muhammed'in Berat Kandili'nde göğe yükseldiğine inanılan yer. Müslümanlar için Mekke ve Medine ile en kutsal üç yerden birisi. Burada ilginç bir şekilde ibadet yerinin daha iç kısmında geniş bir kütüphane var. Tamamı İslam ile ilgili kitaplar. Türkçe kaynaklar da dikkatimizi çekiyor.

Mescid-i Aksa'nın iç kısmı
Bu iki kutsal ibadethanenin bulunduğu yerleşkede gezerken bize en az 6-7 defa muhtelif kişiler tarafından Müslüman olup olmadığımız soruluyor. Belli ki Filistinlilerin buraya gelen gayrimüslimlere karşı bir alerjisi var. Böylelikle Müslüman bölgesindeki turumuz sona eriyor. Hemen arka tarafta bulunan Ağlama Duvarı'nı görmeden evvel - İngilizcesi Western Wall- yolda burnumuza gelen kokulara karşı koyamayıp Müslüman bölgesinde yemek yiyoruz.

Yahudi bölgesine geçişte de askerlerin güvenli geçiş hattı var. Ama girişte Yahudi olup olmadığınız sorgulanmıyor. Hemen girişin akabinde Ağlama Duvarı'nın altındaki mağaralara giriş yeri var. Giriş ücreti 50 şekel. Bu mağaralara özel turlar var. Ama bize pahalı geliyor ve burayı es geçiyoruz. Ardından karşımıza Ağlama Duvarı çıkıyor. Yahudiler için dünyanın merkezi denebilir. Karşısına geçip sürekli dua ediyorlar. Ayrılırken de duvara arkalarını dönmemek için geri geri yürüyorlar. Kadınlarla erkeklerin bölmesi farklı. Aralarında uzunca bir paravan var. Ortodoks Yahudileri kadınlarla mümkün olduğunca münasebet içerisinde bulunmamaya çalışıyor. Kenarda öylece duran bir amcayla fotoğraf çektirmek istiyorum. Gayet güzel İngilizce konuşuyor. Yaşı 70'in üzerinde duruyor. Nereden geldiğimi ve hangi mesleği yaptığımı soruyor. Mesleğimi duyunca stresli olduğunu söylüyor. Bu yaşta bu kadar bilgili olması şaşırtıyor beni.

Yahudiler Mescid-i Aksa'nın Hz. Süleyman'ın tapınağının kalıntıları üzerinde kurulduğuna inanıyor. Dolayısıyla alt tarafta kazı çalışmaları yapıyorlarmış. Neticesi nereye varacak, bilmeksizin..

Ağlama Duvarı'nın bulunduğu bölgeden ayrılıp yukarı, Ermeni Bölgesi'ne doğru yürüyoruz. Yahudi bölgesi Müslüman bölgesine kıyasla hakikaten çok daha düzenli ve temiz. Sokaklar çiçekle bezenmiş. Çığırtkanlık yapan yok. Öte yandan pürüzsüz Amerikan aksanıyla İngilizce konuşan çok sayıda insan var ara sokaklarda. Sonradan Mikail'den öğrendiğimize göre birçok Amerikalı Yahudi çeşitli amaçlarla Kudüs'e geliyor.

Kudüs'ün en büyük Sinagog'u da tarihi kent içindeki Yahudi bölgesinde bulunuyor. Mimarisi camiye de benzediğinden ayırt etmesi biraz zor.

Kudüs'ün en büyük Sinagog'u
Sokaklarda koşturan Yahudi çocukları var. Acaba burada yaşadıkları için ne hissediyorlar diye düşünüyorum. Belki de "dünyanın merkezinde yaşıyoruz" algısına sahipler. Uğrunda en çok kavga ve savaş verilen topraklardan burası. Belki de henüz nasıl bir yerde yaşadıklarının farkında değiller. İlginç olan bir başka nokta da Yahudi bölgesinde hemen her 2 dükkandan birinin mücevherat üzerine olması. Adım başı "jewellery" levhaları..

Yahudi bölgesi hemen hemen Müslüman bölgesi kadar geniş. Ara sokaklarda dolandıktan sonra bölgenin sonuna varıyoruz. Ermenice yazılar ve bir kilise görülüyor. Böylece anlıyoruz ki Ermeni ve Yahudi bölgeleri iç içe girmiş; arada keskin bir sınır yok. Ermeni mahallesi diğerlerinin yanında oldukça mütevazi kalıyor. İç kısımda bir meydan var. Yaşayan nüfus çok yoğun değil belli ki. Birkaç el işçiliği dükkanı, restoran ve kilise. Kilisede Ermeni soykırımı ile ilgili bilgilendirici bir afiş..

Ermeni bölgesinden yönümüzü Hristiyan mahallesine çeviriyoruz. Burada da bariz bir sınır hattı yok. Yaklaşık beş dakikalık yürüyüşten sonra Latin ve Rum Kiliseleri görünüyor. Dünyayı yakından tanıdıkça şahit olunan "Müslüman geri kalmışlığı" burada birkaç kilometrekarelik alanda dahi anlaşılıyor. Kapı komşusu mahalleler olmasına karşın Müslüman mahallesi diğerlerine nazaran daha "geri". Hem maddi hem de manevi anlamda...

Hristiyan bölgesine geldiğimizde güneş batmak üzere. Burası oldukça kalabalık. Pek çok dindar Hristiyan hacı olmak için geliyor Kudüs'e. Ama bizim Hristiyan bölgesini gezmek için zamanımız kalmıyor ne yazık ki. Özellikle de Kutsal Kabir Kilisesi'ni görmeden dönecek olmak üzücü. Hristiyanların sevaplarının bolluğundan dolayı paylaşmakta zorlandıkları kilisenin bakım-onarım ve temizlik işleri dahi nasıl bir önem atfettiklerinin kanıtı. Kilisenin her bir köşesi farklı bir millet tarafından parsellenmiş halde...

Hristiyan bölgesinin girişinde biraz dolandıktan sonra tekrar Yahudi bölgesine dönüyor ve yemek yiyoruz. Ardından tekrar ara sokaklara dalıp şehir turuna başladığımız, Şam Kapısı'na doğru yol alıyoruz. İçerde kaybolmamak için zaman zaman esnafa yol soruyoruz. Akşam olunca hemen hemen her dükkan kapanıyor. Dolayısıyla içerde insan bulmak bile zor. Ama çıkışa yakın bir yerde daracık sokakta karşımıza bir at çıkıyor. Sahibi de arkadan geliyor. Fotoğraf çektiğimizi görünce para istiyor...

Şam Kapısı'ndan çıkıp Yeni Kudüs bölgesine dönüyoruz geldiğimiz yerden. Güneş gittikten sonra hava belki de 15 derece birden soğuyor. Ve yokuş yukarı çıkarken günün tüm yorgunluğu üzerimizden geçiyor. İnternetten araştırıp bulduğumuz bir bara gitmeye karar veriyoruz. Öncesinde o civarda bir cafe'ye gidip yemek yiyoruz. Garson son derece sempatik bir kız. Bize nereli olduğumuz sorunca ben de O'nun tahminde bulunmasını istiyorum. Daha öncekiler gibi O da İtalyan ya da İspanyol zannediyor. İsrail'de de tıpkı ABD gibi bahşiş zorunlu sayılabilir. Hatta bir broşürde okuduğum "hesabın %15'i" bilgisinin gerçekte son derece katı şekilde uygulandığını ertesi gün Inbal'lerle gittiğimiz barda öğreniyoruz. Inbal, garsonların maaşı olmadığını; yegane gelirlerinin bahşiş olduğunu söylüyor.

Bara gidiyoruz; ama içerde coşkulu bir hazırlık var. Henüz açılmış değil. Barın oldukça sempatik çalışanları bir saat daha "dayanmamızı", yaklaşık saat 10 gibi açılacaklarını söylüyor. Ama ne yazık ki o kadar zamanımız yok. Doğruca otobüs garına gidiyor ve biletlerimizi alıp Tel Aviv yollarına düşüyoruz.

Eve ulaştıktan sonra Inbal ve Mikail ile sohbet ediyoruz. Bizim neler yaptığımızla yakından ilgileniyorlar. Bana öyle geliyor ki, bazı şeyleri onlar da ilk defa bizden duyuyorlar. Tıpkı bizim şehrimize gelen bir turistin bazı uygulamaları yerlilerinden daha iyi bilmesi gibi.. Ertesi gün için bir program oluşturmakta yardım istiyoruz. Modern Sanat  Müzesi'ni tavsiye ediyorlar.. Biz de gayet makul buluyoruz bu öneriyi.

Bugün şehirde gezmek için son günümüz. Artık evin ordan geçen otobüsü biliyoruz. Mikail hangi durakta inmemiz gerektiğini söylüyor. Yola çıkıyoruz. Müze, bizim kaldığımız yere göre, şehrin uzak bir köşesinde. Yarım saate yakın sürüyor ulaşmak otobüs ile.

Müzenin bulunduğu muhit son derece nezih bir bölge. Etrafta kısa apartmanlar ve parklar. Her yer tertemiz ve oldukça yeşil. İstanbul'dan sonra gayet yaşanılası geliyor bu muhit. Bir yerde kahvaltı yapıyoruz. Ardından müzeye gidiyoruz. Girişler, yanlış hatırlamıyorsam, 50 şekel. Ama yanımızdaki öğrenci kartları işe yarıyor ve indirimli fiyattan giriyoruz.

Müze oldukça büyük. Hatta iki farklı binadan oluşuyor. Bir bölmesinde resim, diğerinde mimari ve heykel, bir başkasında çocuklar için
legolar ve bir başka kısımda İsrail-Filistin sorununa dair bolca doküman bulunuyor. Resimle ilgili kısım çok zengin. Zaten Avrupa'daki çeşitli müze ve sergilerle ortaklığı bulunduğundan Picasso'dan Van Gogh'a çok geniş bir yelpazede birçok meşhur sanatçının resimleri var. Türkiye'de dahi bu kadar şöhretli insanların resimlerini görme şansımız olmadığından dikkatle inceliyoruz resimleri.

Müzenin benim açımdan en ilgi çekici yeri ise Filistin sorunuyla ilgili kısım. Gerçekten bizim ülkemizden gelen birinin ağzını açık bırakabilecek şeyler paylaşılıyor müzede. Eğer Türkiye'de olsaydı bu müzenin eşleniği, devletin İstanbul'da açtığı bir Ermeni Soykırımı müzesi olurdu. İsrail-Filistin sorununa dair öyle dokümanlar var ki, görünce İsrail devletinden kolaylıkla tiksinme yaratabilir. Bunlardan en bariz olanlar ise Filistinli bir sanatçının çektiği videolar. Müzede yan  yana duran birkaç odada bu videoların gösterimleri yapılıyor. Videoda İsrail'in ördüğü utanç duvarı (seperation wall) -Türkçe çevirisi çok yanlı olduğu için İngilizce kabul görmüş çevirisini de söylüyorum- sebebiyle su kaynağı duvarın İsrail tarafında kalan Filistinli köylülerin onlarca haftadır her perşembe gerçekleştirdikleri gösteriler var. Bu gösterilere pek çok yabancı aktivist ve barışı destekleyen İsrailli de katılıyor. Videolar Filistinli köylülerin arasında ve onların gözünden çekildiğinden, İsrail işgalci ve zalim olarak algılanıyor. İsrail'in devlet müzesinde böyle bir belgeye rastlamak bana olağanüstü geliyor. Akşamında bu olayı Inbal'lere anlattığımızda onlar çok şaşırmıyor. "Tel Aviv çok liberal bir yer. Her şeyle karşılaşabilirsiniz" diyorlar.
 Müzeyi gezmeyi hızlandırıyoruz; yoksa akşama kadar tüm zamanımız gidebilir burada. Artık gezecek takatimiz kalmayınca müzeden ayrılıyoruz.

Önceki akşam Mikail'in tavsiye ettiği, yakınlarda bulunan Hamiznun Restoran'ı aramaya başlıyoruz. Sorduğumuz insanlar genelde çok yardımsever. Ama restoranın yerini tam olarak bilen birini bulana kadar epey vakit kaybediyoruz. Aynı cadde üzerinde birisi aşağı gönderiyor bizi; öbürü yukarı. En sonunda sorduğumuz bir
restoranın sahibi bize harita üzerinden gösteriyor tam yerini. Gittiğimize değiyor gerçekten. Kendine has havası olan ve gençlerin çok yoğun olduğu bir restoran. Biz gittiğimizde boş masa yok. Ama birkaç dakika içerisinde bir yer boşalıyor ve hemen kapıyoruz. Aynur için son derece lezzetli vejeteryan yemek de bulunması bizi mutlu ediyor. Yemeğimiz bittikten sonra yine yakın civardaki, Almanların inşa ettiği Sarona bölgesine gitmeye karar veriyoruz.

Sarona
Burası aynı zamanda Tel Aviv'deki gökdelenlerin yoğun bulunduğu bir bölge. Sarona şehrin içinde bir bahçe. Bahçede bol miktarda iki katlı binalar var ve çoğunda restoranlar bulunuyor. Burada yaşayanlar için cazip bir yer sayılır. Tahminimce pahalı aynı zamanda. Sarona'da biraz turladıktan sonra şehrin daha kuzeyindeki Ha'Medina meydanına yürüyoruz. Etrafta turladıktan sonra eve dönme vakti geliyor. Ne de olsa bu akşam yemek bizden! İsrailli ev sahiplerimize kısır yapacağız. Bulgur'un İbranice'sinin "Bulgul" olması işimizi kolaylaştırıyor; ama ne yazık ki civardaki marketlerde bulamıyoruz. Bunun üzerine karar değiştirip yeşil mercimek salatası için gerekli malzemeleri alıyoruz.

Eve gelip salatayı yapıyoruz. Tadı hoşlarına gidiyor. Her ne kadar kendi evimizde yaptığımıza nazaran biraz tatsız-tuzsuz gelmiş olsa da onların beğenmesi bizi de gayet memnun ediyor. Bu son gecemiz olduğundan mıdır, nedir muhabbet daha koyu bu akşam. Çenemiz düşüyor. Belki aradan geçen birkaç günün getirdiği yakınlık veya ayrılacak olmanın verdiği veda hissi..

Gecenin sonuna doğru, daha önceki gecelerde olduğu gibi, bara gitmek isteyip istemediğimizi soruyorlar. Bu defa gönüllüyüz. Arabayla bir yere götürüyorlar. Oldukça büyük ve kalabalık bir bar. Gece hayatının aktif olduğu sadece bu bardan dahi tahmin edilebilir düzeyde. İçerde çok yüksek ses olsa da biralarımızı keyifle içiyoruz. Hatta Mikail'in davetiyle hemen yanımızdaki büyük ataride, çocukluğumda oynadığımıza benzer tarzda bir oyun oynuyoruz. Geceyi eğlenceli bir şekilde tamamlıyoruz.

Sabah veda zamanı. İçimizi ısıtan insanlara minnetle gülümsüyoruz. Onlar da aynı şekilde karşılık veriyorlar. İstanbul'a bir kere daha davet ediyoruz. Ardından ilk geldiğimiz gün ile aynı yoldan, ama bu sefer sokakları çok iyi bilerek, havaalanının yolunu tutuyoruz. Dönüşte bahtımız daha açık. Pek bir sorguya tutulmadan, işlerimiz rast giderek uçağa biniyoruz ve evimizdeyiz. Ama bu son olmamalı. Çünkü henüz İsrail'de görmeyi isteyip de göremediğim birçok yer var. O yüzden "tekrar görüşürüz" demeyi tercih ediyorum...

5 Haziran 2014 Perşembe

Sabahın seher vakti

Merhaba,

Bu yazının tek sebebi Çorlu'da işe gitmek için servis beklerken görmüş olduğum lise çağında bir kız. Daha doğrusu kızın kendisi değil; ama yürüyüşü. Bir insanın yürüyüşü bu kadar ciddiye almaya değer neler barındırıyor, diyen olabilir. Ama bence çok mana barındırıyor. Gördüğüm yürüyüşte birkaç saniye içerisinde kendi lise dönemime döndüm. Çünkü yürüyüşüm kıza çok benziyordu..

Nasıl bir yürüyüş? Bir dış gözlemci için cazibeden uzak, hiçbir çekiciliği olmayan, saflık ve enayilik arasında bir izlenim veren, adımlar hoplayıp zıplarcasına atıldığı için bol inişli çıkışlı bir yürüme tarzı. Mesela başka insanlara kendini beğendirme güdüsünden çok uzak. İnsanlara alımlı görünme isteği barındırmayan ve hayata karşı aşırı naif bir duruş sergileyen yürüyüş.

Önümden yürüyüp geçen o kıza bir anda bir enerji akımı olduğunu hissettim. Çünkü hayata karşı bu naif duruşu yüreğimde atıverdi. Aşırı iyi niyet hali. Kendi kendine acıyacak hale gelecek kadar. Hem de bu his kendinden utanmana, uzun zaman kendinle kavga edecek olsa da. İnsanların sana sadece çıkarları için yaklaştığını bilsen de "iyilik yap at denize; halik bilmezse malik bilir" pahasına gösterilen bir duruş.

Bir dönem çok hissettim. Amacım kendi iyi niyetimden bahsedip de böbürlenmek değil. Ne kadar da özlediğimi farkettim o saflığı, pazarlıksızlığı, öngörüsüzlüğü.. Kızı gördükten sonra içimden enerji dolup taştı. Gidip sarılmak, kucaklaşmak ve sonsuz bir sevgi ve şefkat göstermek geldi. Ama neden sonra içim karardı. Gençlik yıllarımın karanlık hatıraları geldi herhalde aklıma. Ah be kız diye geçti içimden. Başına neler gelecek. Ne oyunlar, yalanlar, palavralar, 40-hamle-sonrasını-hesaplamalı-davranışlar, çıkar oyunları, haysiyetsizlikler, duyarsızlıklar, insanlığından utandıran dedikodular, ihanetler, hiç beklemediğin anda arkandan vurulmalar, ama ben ne çok güvenmiştimler yaşayacaksın. Dünya başına yıkılacak belki de. Umarım hepsinin üstesinden gelecek kadar güçlüsündür. Ya da bu yeteneği kazanırsın inşallah. Yoksa işin gerçekten çok zor.

Belki de çözümü elini eteğini dünya işinden çekmekte bulacaksın. Ama bana sorarsan öyle yapma. Çünkü dünyanın senin gibi insanların çabalarına ihtiyacı var. Emek vermeden başarılamıyor hiçbir şey. Ve belki de hayatta bulduğun anlam "emek vermek" olacak. Eğer emek vermeye değer bulursan hayatı, duygularının peşinden yılmadan gidersen güzel bir kariyer olmayacak elbette. Şatafatlı ünvanların, çuvalla kazandığın paralar, ne yazık ki hürmet de getiren güç simgelerin olmayacak. Ama özünü kaybetmemiş olacaksın. O özün çok değerli olduğuna inananlardanım. Özünle aynı yoldan gidersen hayatın sana verdiği karşılık tertemiz bir onur ve vicdan olacak. Bir insan hayatta daha değerli ne ister ki..

Her neredeysen en derin ve güzel hislerimi gönderdim sana. Elbette bir an kucaklaşacaksınız..

24 Şubat 2014 Pazartesi

Spasiba - спасибо !

Üzerinden yaklaşık 3 hafta geçti ve şu an yazmak için biraz gönülsüz hissediyorum; ama gene de yazmaya değer bir yer Rusya. Öncelikle az araştırmayla -Beyrut'tan az olmasa da- gittiğimiz bir yerdi. Bunda sanırım kalacak yer sıkıntımızın olmayışı da etkilidir. Ne de olsa Aynur'un kuzeni İsa abi Moskova'da yaşıyor..

Bu seyahat çok kişi gezmenin ne zor olduğunu anlatması bakımından da önemliydi. Halamla beraber üç kişi gittik Rusya'ya. Gezi esnasında ise grubun büyüklüğü bazen 4, bazen 5 bazense 7'ye çıktı! Ev sahibimiz İsa abinin heryeri gezdirme konusundaki ısrarlı yardımı zaman zaman bunaltıcı oldu; hatta O'ndan ayrı kaldığımız zaman diliminde otoriter dahi olduğunu farkettirdi. Bu sebeple İstanbul'a gezmek için gelip evimde kalan misafirlere karşı nasıl bir tutum takınmamam gerektiğini bana da gösterdi. Hele de bizim gibi gittiği yerin gündelik hayatına karışmayı seven, turlarla gidip aynı yerlere hücum eden turist ordularından ayrı takılmak isteyen ruha sahip gezicileri özgür bırakmak gerektiğini gayet iyi anladım..

Gitmeden önce en kaydadeğer korkumuz havaların -30 derece olacağı ve sokakta yürürken donakalacağımızdı! Çünkü bir hafta önce Moskova'ya gezmeye giden arkadaşım Seda havanın ilk gün sıfırken ikinci gün -10 ve üçüncü gün -15'e düştüğünü; dışarda 20 dakikadan uzun kalmanın pek olası olmadığını, hatta bir gün verdiği nefesten dolayı saçına gelen buharın bir süre sonra saçını dondurduğunu söylemişti. Bu korku bizi içlikler, kar maskeleri ve muhtelif tedbirleri almaya itti. Giderken valizimizde bolca "önlem eşyası" vardı.

İkinci önemli çekince ise hayat pahalılığıydı. Okuduğumuz izlenimler, paylaşılan düşünceler Moskova'nın çok pahalı bir şehir olduğunu söylüyordu. Bu durumda buna da tedbir almak gerekti :) Giderken yanımızda makarna, bulgur gibi bakliyat ürünleri; kuruyemiş, zeytin, peynir, sucuk ve hatta sipariş üzerine bir de rakı götürdük.. Şu an geriye bakınca iyiki götürmüşüz diyorum. Evde yemek yapma şansımız olması bizi büyük bir külfetten kurtardı. Ayrıca her sabah evden çıkmadan önce hazırlayıp sırt çantamıza koyduğumuz ekmek arası sandviçler, meyveler ve kuruyemiş, akşama kadar yemek yemeden dayanabilmemizi sağladı..

İstanbul'dan yola çıkarken valizin yarıya yakını yiyecek, hediye ve sipariş doluydu. Dönüşte de bir miktar hediyelik eşya olacağı için birbirini dengeler diye düşünmüştüm. Nitekim dönüşte valizde fazla bile boşluk kaldı..

Moskova'ya varışımız bir dizi talihsizlik ile başladı. İnişe az bir zaman kala yolculardan biri uzun süredir aldığı alkolün etkisiyle saçmalamaya başladı. İlk kıvılcımı Pegasus'un hosteslerine "Su parayla mı satılır!" höykürmesiyle duydum. İlerleyen zamanda alkol almaya ve insanlara huzursuzluk vermeye devam etti. Uçak son yaklaşmadayken (mesleki tabir kullanarak anlatması daha kolay) ayağa kalkıp rahatsızlık vermeye devam edince uçak pas geçti. Hostesler pilotları durumdan haberdar etmiş ya da pilotlar arkadan gelen gürültüleri kendileri dahi duymuş olabilir.. Havada bir tur atmamıza ve yaklaşık 20 dakika gecikmemize sebep olan olayın aktörü şahıs benzer hareketlere devam ediyor ve yolculardan gittikçe çok tepki çekiyordu. O esnada sinirlenen ve adama bağıran Rus vatandaşları da gördük. Adamın Rusça cevap vermesiyle bu dili de bildiğini öğrendik! Son haddede yolcuların ellerindeki çeşitli eşyaları adama fırlatmak ya da bizzat fiziksel şiddet uygulamak suretiyle koltuğa oturtacağını düşünüyordum. Neyse ki olay oraya varmadan, hosteslerin adamı zorla yerine oturtması ve yolcuların sağduyusuyla uzamadı ve nihayet yere indik. 

Rus devletinin "leş" yüzüyle ilk olarak pasaport kontrolünde karşılaşıyorsunuz. Adamına göre muamele, çok yavaş işleyen bir düzen, keyfi uygulamalar. Örneğin Aynur'a sordukları "vizen nerede?" sorusu.. Daha sonra imzalattıkları bir belge. Bana ise ne bir şey sordular ne de imzalattılar. Henüz kuyruktayken Rusya'yı tanıdığı belli olan insanların konuşmalarından da etkilenip polisle mümkün olduğunca göz göze gelmemeye ve hiç gülümsememeye çalıştım - tıpkı polislerin yaptığı gibi.. Ve nihayet kontrolü geçince valiz kontuarlarına geldik. Valizleri, abartısız bir saat bekledik. Nitekim bizden yarım saat sonra inen Vietnam havayollarının yolcularından pek çoğu biz henüz beklerken aynı kontuardan verilen valizlerini alıp gittiler.. Bu esnada THY'nin kullandığı diğer havaalanı Vnukova'ya inmiş olan halamla konuştuk ve İsa abiyle buluştuklarını öğrendik. Hemen hemen aynı saatte İstanbul'dan yola çıkmamıza rağmen başımıza gelen talihsizliklerden dolayı onlar bizden 1-2 saat önce şehir merkezine geçip bizi beklemeye başladılar..

Bir miktar Ruble alıp şehir merkezine giden trene bindik. Bu trenle bile yaklaşık 35 dakika süren bir yolculuk yaptık; dolayısıyla merkeze epey uzak bir havaalanı Domododevo. Tren ücreti 400 ruble (yak. 25 TL). Merkezdeki Paveletskaya metro istasyonu trenin son durağı. Bu noktada İsa abiyle buluştuk ve kız arkadaşı Tanya ile halamın oturup bizi beklediği kafeye gittik. Burda akşam yemeği yedik ve 2500 ruble hesap ödedik. Kişi başı ortalama 500 ruble=30 TL. Ben dana fajita yedim ve doymadım -itiraf ediyorum-. Çünkü porsiyonlar bizimkilerin neredeyse yarısı kadardı :( İsa abi ufak bir pizza, Tanya ise salata yedi. Dolayısıyla TL cinsinden bir değerlendirme yapınca, değdi mi dersek, hayır derim!

Kafeden kalkıp İsa abinin evine gittik. Tanya arabasıyla bizi tren istasyonuna bıraktı - Komsomolskaya. Burada kişi başı 70 rubleye tren bileti aldık ve Puşkino trenine bindik. Yaklaşık 50 dakikalık bir mesafede. Şehrin banliyösü bile denebilir mi, bilmiyorum. Ankara'daki Sincan ya da İstanbul'daki Tuzla, Kayaşehir gibi yerlerle kıyaslanırsa Puşkino epey dezavantajlı kalır.. Her ne kadar GoogleMaps'te merkezden 30 km olduğunu gösterse de.. Yüksek katlı ve modern bir binada oturuyorlar. Evlerin ısınma sıkıntısı yok. Keza güvenlik için apartman kapısını yalnızca oturanların açabildiği bir sistem var. Lakin ev 3+1 ve kirası 800 dolar! Bu evleri satın almaya kalksan yüzbinlerce dolar. Komünist dönemden kalma evler çok kalitesiz oluyormuş. Ki kaldığımız modern ev bile Türkiye'deki ortalama ev standardının altında sayılır. Odalardan birinde hiç pencere yok.. Dolayısıyla Rusya'da konaklama büyük bir sıkıntı..

İlk gece biraz sohbet, biraz yerleşme heyecanı ve ertesi günü pek planlamadan yattık. Ertesi sabah güzel bir kahvaltı yaptık. Ardından ara öğün için sandviçleri hazırladık ve yola koyulduk. Ancak biz bunları yapıp evden çıkana kadar hemen her gün saat 2 civarları oluyordu zaten.. Bugün İsa abi de bize eşlik ediyor gezide. Şehir merkezine trenle değil, otobüsle gitmeyi önerdi. Otobüsün son durağı VDNKh, çok merkezi olmamakla beraber metronun da geçtiği bir güzergahta bulunduğundan en azından ulaşımı kolay. VDNKh'da inip etrafı geziyoruz. Meydanda Kozmoz müzesi ve roket var. Hemen yanında çok büyük bir park, içerisinde heykeller ve anıtsı yapılar.. Bu yapılardan birisinin içine giriyoruz. İçerisi hediyelik eşyacı dolu. Hem de fiyatlar Rusya standartlarında çok uygun. Pazarlık yapınca biraz daha indiriyorlar ve 250 rubleye matruşka alıyoruz. Ayrıca kupalar, anahtarlıklar ve başka hediyelik eşyalar. Böylece hediyelik eşya faslını ilk günden kapatıyoruz, hem de sonradan iyiki ordan almışız dedirten çok uygun fiyata.. Ardından parkta gezmeye devam ederken açık havaya kurulmuş devasa bir buz pateni alanı gördük. Aynur'la bu fırsatı kaçırmadık ve saatliği 200 rubleye paten kiraladık. Parka müzik yayını da yapmayı akıl ederek gayet keyifli bir ortam yaratmışlar. Piste çıktığım an aşırı(!) zorlandığımı hissettim. Çünkü zemin oldukça pütürlü ve eğimliydi. İlk 10 dakika düşme korkumu atmaya çalışarak geçti. Yanımızdan elini kolunu sallayarak geçen Ruslar anadan doğma bu sporu biliyormuş gibi bir izlenim uyandırıyorlardı. Benim gibi hayatında hepi topu 10-15 defa, o da Belpa(Ankara) gibi kusursuz zeminli pistlerden tecrübesi olan birini görünce sanırım onlara emekleme aşamasında bir bebek gibi görünmüşümdür..

Kayak faslı bitince halam ve İsa abi ile buluşuyoruz. Pistin hemen yakınında anıtsal yapılardan birinin üzerinde Ermenistan yazıyor. Tuvaleti kullanmak için buraya gidiyoruz. Dipnot: Soğuktan mıdır, insanın daha sık çişi geliyor sanki. Bir de çok yerde mobil tuvalet var; ama gayet pahalı. 30 ruble(2 TL) civarında. Kapıdaki görevli önce sıkıntı yaratmıyor. Fakat sırtımızdaki çantalar, fotoğraf makinesi gibi eşyaları görünce bir kıllanma hali vuku buluyor. Tam tuvalete girmek üzereyken Rusça ve son derece kaba şekilde, yüksek sesle bir şeyler söylüyor. İngilizce ve Türkçe cevap veriyoruz lakin elbette beyhude. O arada tuvalette olan İsa abi gelip adamla Rusça konuşuyor. Tercüme ettiğine göre, "nereden bileyim sizin bombacı olmadığınızı, daha dün bilmem kaç yeri bombaladılar" minvalinde cümleler söylüyor. Biz de alel acele işimizi bitirip çıkıyoruz ordan. 

Bu devasa parkta biraz daha geziyoruz. Eski bir uçak da bulunuyor parkın uç kısmında. Burayı da gördükten sonra saatin 9 civarında olduğunu farkediyoruz. Artık eve dönme vakti.. Tekrar otobüsle döneceğiz eve. Dönüş yolunda fer feci bir trafik var. Bir ay önce haberlerde dünyanın en kötü trafiğe sahip şehrinin Moskova, ikincisinin de İstanbul olduğunu görmüştüm. Hakikaten gözümüz arkada kalmıyor. Ama gene de İstanbul'da arada bir patlak veren trafikte çıldırıp "bu şehirden nefret ediyorum" krizi kadar beteriyle karşılaşmadık Moskova'da.

Kalacak bir evin olması belki avantaj olduğu kadar zaman konusunda dezavantaj da yarattı. Yemek hazırlamak gibi evde gerekli ilave zamanın yanında yarattığı rehavetle işleri ağırdan almamıza ve çok uyumamıza sebep olduğunu düşünüyorum..

İkinci günümüz, varış gününü saymazsak, 31 Ocak. Bu gece yılbaşı ve Kızıl Meydan'da karşılamak istiyoruz. İsa abi, kız arkadaşı Tanya ile gece bir kafede olacaklarını söylüyor ve bizi de ısrarla buraya davet ediyor. Gidecekleri yerin yılbaşı programı kişi başı 50 dolarmış ve diğer yerlere nispetle çok ucuz oluyormuş. Fakat biz kafeye gitmek istemiyoruz; dışarda olmayı tercih ediyoruz. Bugün evden biraz daha geç çıkıyoruz. Ne de olsa eve geç geleceğiz ve dışardaki soğukta uzun süre bulunmak insanın direncini kırıyor. Soğuk dediğim Ruslara vız geliyor. Zaten hava mevsim normallerinin çok altında. Normalde Noel vakti her yerin karla kaplı olduğu ve sıcaklığın -15 derece civarında olduğunu söylüyorlar. Ne yerde kar var ne de hava buz kesiyor. Havanın ayazı Ankara'dan hallice. Amma velakin yıllardır bu kadar sıcak olmadığını da söylüyorlar. Bu da bizim şansımız diyelim :) Pantolon altı için aldığım içliği sadece bir kere giydim ve o gün epey yandım. Dolayısıyla abartılacak bir soğuk yok..

Bugün gezimize İsa abinin ev arkadaşı Numan da katılıyor. Evden çıkıp Moskova'nın İstiklal'i benzetmesi namlı Arbat sokağına gidiyoruz. İstiklal diyince insan envai kimliğe mensup kişinin bulunduğu, rengarenk, cıvıl cıvıl, kalabalık bir sokak bekliyor. Lakin sokak oldukça tenha. Sokakta bol fotoğraf çeke çeke ilerlerken Tanya arayıp ailece yılbaşı yemeği yiyeceklerini söylüyor ve hepimizi yemeğe davet ediyor. En başta çok cazip gelmiyor. Sokakta gezmeye devam ediyoruz. Bir ara yorulup hazırladığımız sandviçleri yiyoruz. Sonra Tanya tekrar arayıp davet ediyor. Saat henüz akşam 6.30 civarı. Daha yılbaşına 5,5 saat var. Bu süre boyunca dışarda beklemek pek akıl karı değil. Bir kafeye oturup beklemek yerine Tanya'nın teklifini kabul ediyoruz. 

Yola koyuluyoruz 5 kişi! Metroyla yaklaşık yarım saat mesafede. Elimiz boş gitmek olmaz diyerek marketten alışveriş yapıyoruz ardından da eve geçiyoruz. Evde Tanya, kızı Katya ve büyük anne ile büyük baba var. Büyük anne ile büyük baba - nam-ı değer babuşka ve deduşka - pamucak saçları ve gözlerindeki yumuşacık ve naif ifadeyle diğer Rusların aksine bir anda içinizi ısıtacak insanlar. Çok çok tatlılar. Ne onlar bizi anlıyor, ne de biz onları anlıyoruz; ama gene de iletişiyoruz. Zaman zaman İsa abi ve Numan bize tercümanlık yapıyor. Fakat onlar yapmasa da babuşka ve deduşka ile aramızda bir yakınlık oluşuyor. Katya ise İngilizce konuşma konusunda oldukça utangaç. Üniversite öğrencisi; fakat annesinin de genç görünümünden dolayı hangisinin anne hangisini evlat olduğunu karıştırmak son derece olası. Tanya bolca geleneksel yemek hazırlamış. Gerçekten bizler açısından çok güzel bir deneyim bu. Öte yandan yaşlı bir Rus çiftin evini görmek bende fazla tanıdık bir his uyandırıyor. Bizim büyüklerimizin evlerine benziyor. Eşyalar, mobilyalar eski. Gereksiz nesneler bile atılmamış, bir gün belki işe yarar düşüncesiyle. Raflarda tozlu ansiklopediler...
Büyük annenin yüzünü kapattığım için üzgünüm :(

Babuşka fotoğraf çekilmeyi pek sevmiyor. Bizim ısrarla fotoğraf çekmemiz üzerine Aynur'a birden "provokatör" demesi kahkahalar atmamıza sebep oluyor.. Deduşka ise köy evinde taze meyvelerden yaptığı içeceği beğenmemizi heyecanla karşılayıp bardağımız boşaldıkça dolduruyor.. Yemekler benim için enfes. Nasıl pişirildiğini anlayamadığım bir balık çok yaygın burada. Az pişmiş; ama tadı tütsülenmiş gibi değil. Belki de sadece tuzla ve yağla marine edilmiş. Ancak yemesi zor değil. Tadı ise harikulade. Umarım yakın vakitte Türkiye'deki marketlerde de bulabiliriz tanrımmm :)

Yemek faslımız çok eğlenceli ve hoş geçiyor. Zaman da aynı şekilde. Saat neredeyse 11'de yemeğimiz bitiyor. Kalan bir saatte Kızıl Meydan'a yetişebilmemiz için derhal evden çıkmamız gerek. Ama pek mümkün değil bu. Sofrayı kaldır, insanlarla vedalaş derken zaman kaybediyoruz. Koşar adım metroya gitsek de yeni yıla metronun içerisinde giriyoruz. Bu durum halamda öfkeye neden oluyor. Çünkü özellikle yılbaşını da içine alacak bir dönemde gelmemizin sebebi halam. Kızıl Meydan'da yeni yıla girmek gibi bir hayali var. Biz de duruma oldukça üzülüyoruz. Halam durağa varınca bizi beklemeden önden çıkıyor. Biz de biraz sakinleşsin diye üstüne varmıyoruz. 

Kızıl Meydan'dan metroya doğru bir insan akını var. Belli ki pek çok kişi havai fişek gösterisini izledikten sonra doğruca eve gidiyor. Biz ise metro durağından ancak çıkabiliyoruz. Kızıl Meydan yönünde birinci güvenlik kontrolünde alkollere el koyuyorlar. Biz Aynur ile Kızıl Meydan'a girmek istiyoruz. Ancak İsa abi, Tanya, Katya ve Numan pek gönüllü olmadığından yanımızdaki içkileri onlara bırakıp ilk kontrolü geçiyoruz. Bir de ikincisi var kıymeti kendinden menkul! Burada birkaç dakikada bir 20 -30  kişilik grupları salıyorlar içeri. Dolayısıyla bir süre beklemek gerekiyor. Yaklaşık 15 dakikalık bir bekleyişin ardından nihayet Kızıl Meydan'a girebiliyoruz. Sahiden etkileyici bir havası var. Daha önce gördüğüm hiç bir yere benzemiyor. Masalsı bir ortam. Hem bilinmez hem de tanıdık gibi geliyor. Meydanın diğer ucunda St. Basil Katedrali. Yan tarafta Kremlin Sarayı. Diğer yanda GUM alışveriş merkezi. Giriş yaptığımız yerde ise bir başka görkemli katedral daha. Sanki meydandaki herkes sarhoş. İnsanlarda zafer kazanmışçasına bir coşku var. Bu büyü uzun dakikalar boyu sürüyor. Yaklaşık 2 saat meydanda vakit geçirdikten sonra halamı arıyoruz. O'nun siniri geçmiş halde. Halamla ve İsa abilerle buluşup eve dönüş yoluna koyuluyoruz. Saat gece 3 olduğu için taksiciler bayram halindedir kanımca. Ortalık epey kalabalık. Biz de 1500 rubleye anlaşıp İsa abi, Tanya ve Katya'dan ayrılarak eve dönüyoruz..

Eve gelince doğruca yatağa.. Güzelce dinlenmemiz gerek; çünkü yarın 1 Ocak gecesinde St. Petersburg'a trenimiz var. O tren de gece 2'de. Öğlen şehre gezmeye gidip, sonrasında geceye kadar şehirde zaman geçirip treni bekleyeceğiz. Biletlerimizi bir önceki gün gardan aldık. Bu esnada da midemizi bulandıran bir muameleyle karşılaştık. Herşeyden önce çok yavaşlar. Kuyrukta önümüzde yalnızca bir kişi ve birçok farklı bilet alma bankosu bulunmasına rağmen bize sıranın gelmesi 20 dakika sürdü. Herkes aynı yavaşlıkta çalıştığı için kimse durumdan şikayetçi değil. Sıra bize geldiğinde İsa abi bizim yerimize görevli kadınla konuşarak bileti ayarlamaya çalışıyor. Bense elimde pasaportlarla onları izliyorum. Kadın konuşurken yüzümüze bakmamayı tercih ediyor. Bir süre soru cevap şeklinde ilerleyen muhabbet, daha sonra kadının sesini yükseltmesiyle farklı bir havaya bürünüyor. İsa abi de benzer şekilde bir tutum takınıyor. Böylece kadın daha çok sesini yükseltiyor, hatta kafasını başka yere çevirerek bizimle ilgilenmiyor. Ne olduğunu sorduğumuzda, "yalnızca bir adet bilet kaldı" dediğini öğreniyoruz. Yalan söylediği apaçık ortada. Ne de olsa internette fiyatları çok yüksek olsa da yüzlerce bilet olduğunu gördük. Kaldı ki Rusya'nın iki büyük şehri arasında çok sık tren var ve gara uğramadan önce Tanya da internetten bakıp pek çok bilet olduğunu onaylıyor. Yetkili kadının bu tutumuyla O'ndan bilet alamayacağımızı anlıyoruz. İsa abinin dediğine göre aksanından yabancı olduğunu anladıklarında muameleleri değişiyor. Bana kalırsa kendi vatandaşlarına muameleleri de zaten yerlerde sürünüyor.. Öfkeden ısınıyoruz! Yan bankodaki görevliden bilet almaya karar veriyoruz. Bu kez İsa abiyi karıştırmadan, İngilizce konuşarak halletmeye çalışacağız. Ben kuyruğa giriyorum. Yine önümüzdeki bir kişinin işinin bitmesi 15 dakika sürüyor. Kadınla İngilizce konuşmaya başlayınca derin bir nefes alıyor ve gülümseyerek Rusça bir şey söylüyor. Kadının İngilizce kelimesi 50'den fazla değil muhtemelen. Neyseki en azından yardımcı olmak niyetiyle hareket ediyor; bu durumda vücut dili, kalem kağıt devreye giriyor; hatta daha sonra İsa abi arka taraftan yanımıza gelerek Rusça bir giriş yapıyor! Zaten vücut dili için epey kalori harcamış olan kadın kolay yolu görünce hemen Rusça'ya dönüş yapıyor. Biletleri alabiliyoruz velhasıl. Tırnaklarımızla kazıya kazıya elde ettiğimiz bir başarı hissi gibi sanki bu ufacık sonuç. Ağzından buram buram votka kokusu yayılan gişedeki görevliye hemen iki yan gişedeki görevlinin gösterdiği muameleyi ve bilet vermeyişini Rusça anlatıyor İsa abi, ve o tarafa doğru dönüp yüksek sesle teşekkür ediyor. Bizim gişedeki kadın gülümsemekle yetiniyor. Diğer kadın ise oralı bile değil. Benim de dönüp, nasıl olsa anlamıyorlar rahatlığıyla, fuck off son of a bitch diyesim geliyor; ve hatta keşke deseymişim!

Gözlemlediğim kadarıyla Rusya, batı ülkelerine hiç benzemiyor. Doğulu bir toplum olduğunu söylemekte beis yok bence. Hele de iki büyük şehri dışında insanların çok daha kaba olduğunu duyunca hayal kırıklığına uğruyorum. Adamına göre muamele, kazık ve duyarsızlık üst düzeyde. Sokakta aniden yere düşüversen, muhtemelen kimse dönüp de bakmaz bile. "Başkalarının hayatına karışmamak" konusunda başarılı olduklarını duyuyorum; ama duyarlı olmakla arada bir ayrım var elbet. İnsanlarda o duyarlılık pek sezilmiyor. Soğuk iklim insanı gibi bahanelere sığınmak çok kişiye rahat geliyor; sanki Kanadalılar ya da İskandinav ülke vatandaşları soğuk iklim insanı değilmiş gibi. İnsanların hayat algılarında fazla sertlik söz konusu..

Novodeviçi Manastırı
1 Ocak öğlen üzeri gezi planımızda Nazım'ın mezarının olduğu Novodeviçi Mezarlığı var. Evden çıkıp da oraya varmamız 2 saati geçiyor. Güneş batmak üzere. İçeri girip hemen Nazım'ın mezarını aramaya başlıyoruz. Çünkü bu mezarlığın müze gibi beşte kapandığını öğreniyoruz. Ne de olsa birçok ünlü var burda yatan.. Çok büyük bir yer değil. Ama araya araya bulamıyoruz. Sonra içerdeki katedrale girip ordakilerden yardım istiyoruz. O vakit öğreniyoruz ki burası mezarlık değil; manastır kısmı. Mezarlık surların dışında, hemen yan tarafta. Artık başka gün tekrar gelmek zorundayız. Çünkü kapanma saati geçti bile. Bu arada katedralde tesadüfen ayine denk geliyoruz. Yarım saat kadar izliyoruz ayini. Bu kadar soğuk ve dik başlı insanların din söz konusu olunca nasıl da merhametli hallere büründüğünü görmek, sürekli papazların karşısında eğilip bükülmelerini izlemek bana kötü geliyor. Ah din, sen nelere kadirsin!

Tekrar yola çıkıyoruz ve şehir merkezinde Lenin Kütüphanesi'nin yanındaki metro durağında iniyoruz. Hemen oracıkta devasa bir çam ağacı ve altında koca hediye kutuları var. Şehirde yürüyüş yapıyoruz. Az ilerdeki köprüden şehre adını veren Moskva nehrinin üzerinden geçerek öte yakada, nehir kenarında yürüyüş yapıyoruz. Yarım saat sonra Kızıl Meydan nehrin diğer yakasında tam karşımızda kalıyor. Burdan da ayrı bir manzarası var. Saat ilerledikçe karnımız acıkıyor. Bu gece paraya kıyıp bir Rus restoranında geleneksel tatları deneyeceğiz. Yol üstünde beş yıldızlı bir otele girip, resepsiyondaki görevliye restoran tavsiyesi istiyoruz. Yakın mesafede bir yeri öneriyor ve oraya gidiyoruz doğruca.

 Her ne kadar Rus değil, Ukrayna restoranı olsa da son derece geleneksel bir yer. Meşhur Borç çorbalarını nihayet tadıyoruz. Pancar ile yapılan bir çorba. Tadı fena değil. Bazı versiyonlarının içerisinde et veya tavuk da var - ki bunlar yakışmış bence. İçi etle doldurulmuş bir hamur işi olan Piroşki'yi yiyince, aynısını yılbaşı gecesi Tanya'nın yaptığını hatırladım. Piroşki de bizim damak tadımıza yakın, güzel bir yemek. Meyve sularından da tadıyoruz. Gayet uzun ve keyifli bir yemeğin ardından 2500 ruble(150TL) ödeyerek kalkıyoruz. Şimdi gara gitme zamanı.

Tren saatine kadar garda oyalanıyoruz. Tren gece 2'de. Ertesi öğlen 2 civarında St. Petersburg'a, Rusların tabiriyle Peter'e, varacağız. Bu ufak bilgiyi Vikipedi'de okuduğumda biraz gereksiz gelse de insanlarla muhatap olduğum zaman herkesin şehirden Peter olarak bahsettiğini; bazı geçmişi özleyen ya da komünizme hasret kişilerinse şehrin eski adı olan Leningrad'ı kullanmaya devam ettiklerini gördüm. Nitekim St. Petersburg ismi Almanca kökenli olduğundan Rus milliyetçileri tarafından "fazla batı yanlısı" bulunuyormuş.

Trende sanırım 14 vagon var ve neresinden bakarsanız 200 metreden daha uzun. Her kompartımanda, bu bölmeler birbirinden ayrılmıyor ve aynı koridor boyunca uzanıyor, altı adet yatak var. Çok rahatsız olduğunu söyleyemem. Daha önce Batum'dan Tiflis'e giderken kullandığımız trenin aynısı esasen. Ancak o trende mevcut olan boğucu koyun kokusu yok burada. Burdakiler biraz daha "şehirli".

Yolculuk boyunca güzel bir uyku çekerek Peter'e varıyoruz. Daha önceden planladığımız üzere ilk hedefimiz Hermitage Müzesi. Her ayın ilk perşembesi giriş bedava. Biz de seyahatimizi bu tarihe göre ayarladık. Garda polise hangi metro hattını kullanmamız gerektiğini sorunca İngilizce cevap alamamakla ilk hayal kırıklığımı yaşıyorum. Seda'nın anlattıklarından dolayı kafamda oluşan beklentiler var: Petersburg ile Moskova'nın çok farklı olduğu, burdaki insanların daha kültürlü olduğu ve herkesin İngilizce konuşulabildiği anlatıldı bana! Sonradan daha iyi ayrımsıyorum ki Petersburg ve Moskova gerçekten farklı iki ülkenin şehirleri gibi. Birbirleriyle hiç alakaları yok desem yeridir. Hele mimari.. Burdakilerin daha kültürlü olduğunu söylemek iddialı olur; ancak bazı emareler yok değil. Örneğin devasa bir kitapçı var ve 24 saat açık. Çocukların, gençlerin dahi gece 1'de gelip, kitaplara göz gezdirip satın aldıklarına şahit olduk. İngilizce konuşabilen insan oranı belki biraz daha fazla; ama halen toplam içindeki payının %10 bile olduğu söylenemez, bence!

Hermitage'ın ana girişi
Gardan sırtımızda sırt çantalarıyla doğruca Hermitage'a gidiyoruz. Vardığımızda saat 15:30 ve zaten 18'de kapanıyor. Amma velakin kapıda bir kuyruk ki insanın moralini yerle yeksan eder. İnsanlar içeri parti parti alınıyor. Bir süre kararsız kaldıktan sonra kuyruğa giriyoruz. İçeri girdiğimizde saat 17 suları. Dışarda hava -4 derece civarı. Ruslar için ılık sayılır; ama bizim için yorucu ve direnç isteyen bir hava. Nitekim kuyrukta etraftakilere sokularak ısı kaybımı düşürmeye çalıştığımı itiraf edeyim. Girişte görevli ücretsiz bir bilet kesiyor; ardından bizi Vestiyer bölmesine yönlendiriyorlar. Kimse montla içeri alınmıyor. Vestiyer bölmesinde ise ayrı bir kuyruk! Gel de kafayı yeme. Zaten çalışanların yavaşlığına bir de Rusların kural tanımazlıkları eklenince mont vermek tam yarım saat sürüyor. Bazı cingözler sonradan gelmelerine karşın "götün götün" kuyruğu yararak öne geçiyorlar. O kadar sessiz ve derinden geliyorlar ki, farkına varmak için onları takip etmek gerek. Rusların algıları dünyaya karşı pek açık olmadığından ayakta uyur bir haldeler. Bizse durumu farkedince onların taktiğini uygulayarak "götün götün" kuyruğu yarıyoruz. Çok değil belki; ama belki beş dakika karımız oluyor. Montu verip de gezmeye başladığımızda müzenin kapanmasına sadece yarım saat var. Uçar adımlarla müzenin tahminen onda birini geziyorum. Gezdiğim kısımda çarlık Rusya'sına ait hazine ve sanat eserleri var. Müzeyi terk ederken alt katta Mezopotamya, Yunan ve Mısır uygarlıklarına ait pek çok eserin olduğu bir bölüm olduğunu görüyorum. Ama artık nafile. Tekrar vestiyer kuyruğundayız. Bu sefer mont almak 45 dk sürüyor.

Çıkışta doğruca hostele gidiyoruz. Geceliği 500 ruble. Ama girişte bir sıkıntı var: Resepsiyondaki görevli Rus hükümetinin kestiği bir vergi diyerek kişi başı 300 ruble ekstra talepte bulunuyor. Ayrıca terliklerimiz olmaması durumunda kişi başı 50 ruble ödeyerek terlik almanın zorunlu olduğunu söylüyor. Önce sinirimiz bozulduğu için çıkmayı düşünüyoruz. Görevlinin iddia ettiğine göre bu vergi her hostelde kesiliyor. Ayrıca duruma dair bilgi verilmediği için Hostelworld'i suçluyor. Ama isteyen hostel sahiplerinin internette kahvaltıda kimin kaç yumurta hakkı bulunduğuna kadar detayları yayınladıklarını bildiğimden, görevlinin söyledikleri boşlukta uçuyor. İlk gerginliğin ardından hostele yerleşiyoruz. Dinlenmeye, temizlenmeye, yemek yemeye, tazelenmeye ihtiyacımız var!

Biraz dinlenip soluklandıktan sonra hostelin otopark komşusu olduğu Galleria AVM'ye gidiyoruz. Orada fast food ile günü geçiştiriyoruz. Tekrar hostele döndüğümüzde saat gece 11. Hostelde kalan hemen herkes Rus. Hiç alışkın olduğumuz bir manzara değil. İnsan neden kendi ülkesinde hostelde kalır sorusuna elbette çokça cevap verilebilir; ama bu mevzuyu sorunun muhataplarıyla bizzat konuşmak isterdim. Lakin İngilizce bilmiyorlar. Çok daha fenası ise hayata, yaşama karşı bir heves, ilgi, duyarlılık sezilmiyor. Hepsi kendi havasında. İletişim kurmayı denerseniz tüm hevesiniz kursağınızda kalacaktır, garanti! Bu durumda biz de kendi içimizde Türkçe takılıyoruz. Hostelde konuşulan yalnızca iki dil var..

Müzede karakterlere ait bir oda
Ertesi sabah kahvaltımızı yapıp yola koyuluyoruz. Hostele yürüyerek 15 dakika mesafede Dostoyevski'nin şu anda müze olan evi var. Gezmeye oradan başlayacağız. Öğrencilere giriş bedava ve Gazi Üniversitesi Yüksek Lisans kimliğim işe yarıyor. Aynur'un da öğrenci olduğuna  da allem edip kallem edip inandırıyoruz :)

Temmuz ayında bir gün Dostoyevski günü olarak kutlanıyormuş! Baya festival tadında kutlamaları olduğunu öğreniyoruz izlediğimiz videolardan. Kitaplarındaki karakterlerin kıyafetlerine bürünen oyuncular parodi sergiliyorlar. Halk tarafından da rağbet gördüğü anlaşılıyor. Nitekim edebiyata düşkünlükleri ve kendi yazarlarıyla gurur duyma hissinin sonucu olduğunu düşündüğüm mağrur havaları da anlaşılabiliyor.

Çıkışta haritaya bakarak "Literature Cafe"ye gidiyoruz. Halam, önerilen restoranlardan biri olarak okuduğu için biz de merakımıza karşı koymuyoruz. Mesafeler çok yakın değil; ama yürüyerek gezmek şehrin havasını teneffüs etmek, daha yakından tanımak, tesadüflere daha çok şans vermek açısından her zaman tercih edilebilir bence.
Aleksandır Puşkin

Girişte bizi tipik bir Rus kabalığı karşılıyor. Görevlinin ilk ağzından çıkan "Sadece bir şey içemezsiniz, yemek yemeniz gerekiyor". Acaba dışardan bakınca "çapulcu" - bu kelimeye güzel anlamlar yüklediğimi belirtmeden geçemeyeceğim- mu görünüyoruz? Sanki daha ziyade turist olduğumuzdan böyle davranıyorlar. Lüks bir restoran olduğu her halinden belli; ama insanlara zorla para harcatmak istiyorsanız rezervasyonu zorunlu hale getirerek bir şeyler atıştırmak isteyen ve az para harcayacak olan insanlara bir şekilde mani olunamaz mı? Bazen pek itici oluyorlar vesselam!
 Kapının hemen yanında, dışardan da görülebilen oturan Puşkin heykeli var. Rus Edebiyatının büyük babası ve en saygıdeğer ismi. Herkesin üstünde tutuyorlar. Genç yaştaki cesur ölüm şekliyle saygı uyandırıyor Ruslar arasında. Trende ender İngilizce bilenlerden birisiyle yaptığımız sohbete göre ilkokul 3'te Puşkin'in metinlerini okutmaya başlıyorlarmış. Restoranın içi büyük bir zevkle döşenmiş. Ayrıca renkler de insana biraz ağır gelse de çok şık. Karnımız epeyce aç; ama fiyatlar da tuzlu. Öte yandan yemek yemeden de olmaz, o kaba muameleden sonra. Borç çorbası içiyoruz gene. Her birimiz tadının çok güzel olduğu konusunda hemfikir.
Ayıcık ve Aynur

Ayrıca salata yiyor ve içecek alıyoruz. Hesabı ödeyip de para üstümüzü getirdiklerinde gene kötü bir sürprizle karşılaşıyoruz. En ufak bozukluklar kullanılarak 3 kilo ağırlığında geri gelmiş bir hesap kutusu. Gelen para üstünde ruble yerine, bizdeki 1 kuruş gibi nerdeyse hiç kullanılmayan ufak para birimi "Kapi"ler var. Belki de 200 tane.. Gerçekten çok çirkin bir muamele. Halam kutuyu geri verip, bunun anlamı ne diye soruyor. Suratsız görevli ise doğru dürüst konuşamadığından alıyor kutuyu ve biraz sonra kağıt para şeklinde geri getiriyor. Belli ki ana yemek siparişi vermediğimiz ve beklentilerinin altında para harcadığımız için bize kızgınlar. Ama takındıkları tutum insanda ar duygusunu köreltiyor! Onlar utanmazsa ben de utanmazım, bıçkınlıksa bıçkınlık diye haykırasım var! Restoranda bol bol fotoğraf çekiyor ve çıkıyoruz.

Şehrin ana caddesi ve her daim hareketli olan Nevsky Prospekt üzerinde ziyaret edilebilecek bir çok orijinal dükkan var. Biz de bir kısmını ziyaret ettikten sonra bir sokaktan içeri girerek ve nehir boyunca ilerleyip Voskresenia Khristova Kilisesi'ne doğru gidiyoruz. Yapının bir kısmı nehir üzerinde inşa edilmiş. Şehirde en etkileyici bulduğum yapı. Kızıl Meydan'daki St Basil Katedrali gibi, masal diyarında izlenimi veren bir yapı. İçerisine girmiyoruz. Zaten her bir yapının içerisine girip de gezecek kadar vakit de yok.

Katedralin hemen yanında Rusya Ulusal Sanat Müzesi bulunuyor. Onun önünde uzun bir kuyruk. Sonradan idrak ettim ki seyahat dönemimiz Noel tatiline rast geldiği için tüm müzelerin önü kalabalık ve trenler bu kadar yoğun olabilir. Nitekim farklı dönemlerde giden arkadaşlarımın söylediğine göre müzelerde hiç kuyruk beklemeden içeri girilebiliyormuş. Ulusal müzenin yan tarafında Mikhaylovskiy parkında geziniyoruz. Bu parkın biraz ötesinde içerisinde "sonsuz ateş" yazan bir alev yanıyor. Bu park şehirden geçen pek çok irili ufaklı nehrin en büyüğünün hemen yanında bulunuyor. Biz de yürüyerek bu nehri geçiyoruz.

Surların dışındaki kumsaldan nehrin karşı yakası
Köprünün hemen bitiminde ufak bir ada daha var. Bu ada Peter ve Paul Ormanı olarak adlandırılıyor. Adanın etrafı surla çevrili. İç bölgede Katedral var ve genel olarak mesire yerini andırıyor. Surların hemen dışına çıktığımızda güney sahillerimizi andıran incecik kumlarda yürüyoruz. Şehrin bu kadar merkezi bir noktasında böyle doğal bir sahil çok hoş olmuş. Aradan geçen devasa nehrin karşı tarafında tarihi binaların oluşturduğu şahane bir görünüm var. Tam gün batımı esnası olduğu için yansımalar da ayrıca güzel görünüyor..

Süslü metro duraklarından biri - Mayakovskaya
Bir miktar daha burda zaman geçirdikten sonra yakınlardaki metroyu kullanarak Hostel'e doğru yola çıkıyoruz. Hostele girmeden önce Galleria'dan alışveriş yapıyoruz. Bu akşam Türk yemeği gecesi :) Menemen için malzeme alıyoruz. Ayrıca Rusların hazır satılan çiğ benzeri balıklarından alıyoruz. Halam da ben de bu balığı pek sevdik. Halen düşününce iştahımı kabartıyor. Hostele gidip menemen pişiriyoruz. O esnada mutfakta bulunan birkaç Rus'a da ikram ediyoruz. Yalnızca bir tanesi denemek istiyor. O da az miktarda. Biz iştahla karnımızı doyururken aynı kişi gidip ikinci tabağı alıyor ve beğendiğini söylüyor..

Yarın Petersburg'daki son günümüz. Akşam erken yatıyoruz. Sabah gezmeye Nevsky Prospekt'in sonunda ve hostele de oldukça yakın bir yer olan Özgürlük Meydanı'ndan başlıyoruz. Daha sonra Nevsky üzerinde yürüyerek merkeze doğru ilerliyoruz. Sanki her geçişimizde yeni yerler keşfediyormuş gibi hissediyorum. Cadde pek çok yerde kanallar tarafından bölünüyor. Zaten bu yüzden "Kuzeyin Venedik'i" namı da varmış. Hemen her köprü üzerinde heykeller var. 
San Isaac Katedrali

Yürüyerek şehrin en eski katedrali olan San Isaac'a kadar gidiyoruz. Bu civarda eski döneme ait başka yapılar da var. Ve böyle tarihi eserlerin yoğun olduğu bölgede epeyce yeşil alan da bulunuyor. Dolayısıyla tarihi yapıları modern binaların yanında gölgede bırakmamışlar. Bu katedrallere giriş parayla, genelde 200 ruble civarında. Her birinin önünde de kuyruklar var. İçerisinin dış görünümünden daha heybetli olduğunu belirten izlenimler duyuyorum. Ama içeri girmeyi tercih etmiyoruz..

Parkta Moğol bir grup
Katedralin yanındaki park da en büyük nehrin kenarında. Hermitage müze kompleksi binalarının bir cepheleri de bu nehre bakıyor. Tam Hermitage'ın bulunduğu köşedeki köprüde şehrin simgelerinden olan, denizci çapalarını anımsatan bir yapı var. Bu köprünün karşı tarafında, hemen yolun başında bir müze daha var. Hemen hemen adım başı müze var desem yeridir herhalde. Ve gene bir kuyruk! Biz nehrin kenarında yürüyüş yapıyoruz. Hem de okyanus havası teneffüs ediyoruz diyebilirim. Ne de olsa tüm bu nehirler az ilerde Baltık Deniz'ine dökülüyorlar. 

Şu an bulunduğumuz adada da birçok kanal var. Nehrin kenarından yürürken bir çiftin para karşılığı bir kuşla fotoğraf çekmeleri için müşteri aradıklarını görüyoruz. O kuşun bakışları ise bizim için unutulmaz bir enstantane! Kuşun, sanırım baykuş, kafası 360 derece dönüyor. Adeta elastik ve cansız gibi; hem de son derece korkutucu bakışlarla.. Kuşla bir defa göz göze gelince hemen yüzümüzü çeviriyoruz..

Yarım saatlik yürüyüşten sonra dün akşam geldiğimiz Peter ve Paul Ormanı'nın girişine geliyoruz. Ancak tekrar aynı yeri gezmek yerine yakınlardaki Miniaturk benzeri, her bir yapının belli oranda küçültülmüşünü koydukları alanı gezmek istiyoruz. Haritadan bakarak gösterilen noktayı bulamıyoruz. Yoldan geçenlere sorduğumuzda ise uzaylı bakışlarına muhatap oluyoruz. Bu şehirde böyle bir alan olduğundan haberleri bile yok belki de. Kendimi onların yerine koyduğumda biraz utanıyorum :( Haksız da sayılmam. İstanbul'da birisi bana sorsa haberim bile olmayan çok sayıda tarihi ya da görülmeye değer yer vardır, eminim ki. Neyse ki Ankara'ya daha hakim olduğum için aynı şeyi söyleyemem :)

Bir müddet daha aradıktan sonra buluyoruz. Çok görülmeye değer değil bana kalırsa; ama hemen yan tarafta bulunan heykel kompozisyonu görülmeden geçilmemesi gereken bir yer. Sofrada yemek yiyen ve bir yandan pek çok insanın bulunduğu bir masa yapmışlar. Onlarca kişi heykellerle fotoğraf çekebilmek için sıra bekliyor..




Artık hava karardı ve radarımızda bir müze daha var. Adı "Sovyet Müzesi". Hostelin olduğu bölgeye yakın. Yürüyerek epey uzak kaldığından metroyu tercih ediyoruz. Bu müze de adres olarak Nevsk üzerinde görünüyor. Apartman numarasını buluyoruz; ama müze görünmüyor. Çevredekilere soruyoruz. Garaj benzeri bir yerden bir barın holüne, oradan da bir bahçeye çıkıyoruz. Bahçeye bakan binalardan birinde son derece ufak şekilde müze benzeri bir yazı var Rusça. Kapıyı çalmadan önce şifre girmek gerekiyor. Haritamızda hangi şifrenin girilmesi
gerektiği yazıyor. Lakin hakikaten tuhaf bir sistemleri var ve çözemiyoruz. Diafondan bir ses duyuluyor. Elbette vücut dili olmadan anlaşmak imkansız. Hemen ardından apartmanın bir camından genç birisi çıkıyor. Müzeye geldiğimizi söylüyoruz. Şu anda kapalı olduğunu söylüyor. Dedikleri pek anlaşılmıyor. Ama gene de kapıyı açıyor. Müze, sıradan bir bina. Ama katlarda atölyeler var. Koridorlarda yürürken Sovyet dönemine ait bazı eşyalar, yayınlar görüyoruz. Gezebildiğimiz yer son derece sınırlı.

Kendimizce her yeri gezdikten sonra binadan çıkıyoruz. Bu esnada bahçede köpeğini gezdiren orta yaşlı bir kadına denk geliyoruz. Kendisi aynı zamanda bize Rusya'daki en unutulmaz anları yaşatan kişi olacak. İngilizcesi sıfır düzeyinde. Ama gene de bizimle iletişim kurmak istiyor. Rusça ve vücut diliyle bir şeyler anlatmayı deniyor. Biz de müzeyi gezmeye geldiğimizi söylüyoruz. Bu kelimeyi -müze- anlıyor sanırım :)

Aynı bahçeye bakan bir ufak dükkana götürüyor bizi. Hediyelik eşya dükkanı. Ama çok çok orijinal şeyler var. İçerdeki kadınla arkadaş oldukları belli oluyor. Bu kadın da İngilizce bilmiyor; lakin o da bir şeyler söylemeye çalışıyor. Kadınla ve arkadaşıyla bir türlü anlaşamıyoruz. Dükkanda çok sayıda ve değişik şeyler var. Ama fiyatlar el yakıyor. Bir şey almak istiyoruz; fakat kararsız kalıyoruz. Bu esnada kadın bizi dükkandan çıkartarak bir yere götürmek istiyor.

Biz de ses çıkarmadan takip ediyoruz. Yine aynı bahçeye açılan farklı bir apartmana giriyoruz. Burası gizli kalmış cennet gibi adeta. Duvarların dekorasyonundan asansör süslemelerine kadar her yerde farklı bir şey yaratılmış. Binada resmen bir cümbüş var. Kadın bizi en üst kata kadar çıkartıyor. Hayret içerisinde, etraftan gözümüzü alamadan çıkıyoruz. Burda ise anahtarıyla kapıyı açıyor ve bizi kendi atölyesinin bulunduğu dünyaya buyur ediyor.
Burda kendisine, eşine ve bazı başka sanatçılara ait resimler ve heykeller var. Özellikle heykellerin hikayesini anlatmaya çalışıyor bize. Örneğin kafasını iki elinin arasına almış olan adamın yüzünün bir yarısının düşünceli; diğer yarısının ise neşeli olduğunu fark ediyoruz. Keza kemancı adam heykeli için de bir şeyler anlatıyor. Resimlerde ise kedi figürü çok yaygın olarak kullanılıyor. Şaşkınlık içerisinde atölyeyi geziyoruz. Ardından tekrar kapıyı kitleyip çıkıyoruz.
Turumuzun sonuna geldiğimizi düşünürken önümüze yeni bir dünya çıkıyor. Çünkü kadın bu kez bizi evine götürüyor. Bu da hemen yan taraftaki, az önce müze diye girip sadece koridorlarında dolaştığımız binanın içerisinde. Nereye götürdüğüne dair pek fikrimiz yok; ancak açtığı kapının ardından müthiş bir çiş kokusu geliyor. Haftalardır temizlenmiyormuş gibi.. İçerde bizi kadının eşi ve az önce gezdirdiği köpek karşılıyor. Hep beraber, daracık evde yaşıyorlar..
 Adam, sonra eserlerin altında adını gördüğümüz için öğreniyoruz ki adı Lutsian, son derece sıcakkanlı. O da bizi görünce bir şeyler anlatmaya başlıyor. Hatta karı-koca atışması olduğunu düşündüğüm tatlı sert bir diyaloğa giriyorlar eşiyle. Ev adeta çöp ev. İçerde yok yok. Belki de 80 yıldır atılmamış malzemeler var. Lutsian o kadar güler yüzlü ki; birbirimizi anlamasak da konuşuyoruz sanki.. Eşi bize bazı sanat dergilerini ve Lutsian hakkında yazılmış, evet bir biyografi, Almanca kalın bir kitap gösteriyor. Belli ki tanınan bir sanatçı.
Bir süre "sohbet ettikten" sonra bir dosya getiriyorlar. Dosyanın içerisinde kara kalem çalışmalar var. Kadın bize hepsini teker teker gösterdikten sonra istediklerimizi almamızı gösteren işaretler yapıyor.. Bana o kadar inanılmaz geliyor ki, bu resimlerden almaya utanıyorum. Neyse ki halam el atıyor birkaç tane resim seçiyor. Tek başıma olsam asla cesaret edemeyeceğim bir davranış olduğundan, kadının resimlerini gerçekten vermek istediğine emin olmak istiyorum. Halamın resim seçmesi kadının hoşuna gidince biz de Aynur ile birer tane resim seçiyoruz. Halam birkaç tane seçtikten sonra kadın seçilenlerden birini vermek istemiyor. Belli ki O'nun için daha anlamlı.

Ayaküstü bize Rusça birçok şey anlatıyorlar. Belli ki yeni ve dinleyici insanlara hasretler. Biz de öylece dinliyoruz anlamasak da.. Bir müddet sonra ayrılık zamanı geliyor ve sarılıyoruz. Bir Rus'a karşı böyle sıcak duygular hissedebileceğim aklıma gelmezdi; ama oluveriyor. Bu tesadüfe yol açan herşeye; kadına ve Lutsian'a şükran duyuyorum..

24 saat açık kitapçıda keman şeklinde kitaplık
Apartmandan çıkıyoruz, geldiğimiz yolu izleyerek. Tekrar Nevsky Prospekt'teyiz. Şaşkınlığımız, mutluluğumuz, neşemiz henüz üzerimizdeyken yürüyoruz cadde boyunca. Hediyelik eşya dükkanları var büyükçe. Birine girip Türkiye'ye götürmek üzere matruşka ve diğer hediyelik eşyalardan alıyoruz. Fiyatlar bize epey pahalı geldiği için çok beğendiğim şeyleri almakta imtina ediyorum. Örneğin üzerinde değişik biçimlerde Putin, Obama resimleri olan ve çok yaratıcı matruşkalar var. Ama 1200 ruble - 80 TL- civarında. Aynur'un da çok hoşuna giden kartpostallar oluyor. Fakat bunlar bile 150 rubleden satılıyor. Biz de çaresini buluyoruz ve 2 tane kartpostalı çaktırmadan çantaya indiriyoruz :) Ne de olsa üçümüz toplam 1000 ruble civarında alışveriş yapıyoruz; iki tane ufacık karttan ne zararları olur?

Yol üzerinde üç katlı bir kitap dükkanı var. İçerde edebiyata dair yok yok denebilir. Ayrıca DVD'ler, puzzle'lar vs. Türkiye'de de aslında D&R'ın benzer konseptli dükkanları var. Ama bizde sanki biraz özenti duruyor. Örneğin Tunalı'daki 5 katlı mağazalarında hiçbir zaman insanların, gençlerin, grup grup gelip koltuklarda kitapları uzun uzun inceleyip, tartıştıklarına şahit olmadım. Grup şeklinde erkek popülasyonu genelde internet kafe, maç ya da bilardoya falan gider. Kültürel aktivitelerle ilgilendiklerine nadiren şahit olmuşumdur..

Bu kitapçıdaki banklar dinlenmemize vesile oluyor. Saat gece geç olmasına karşın içerde bir insan sirkülasyonu var. Bizim ise uğramayı düşündüğümüz son yer gece hayatı için tavsiye edilen barlardan birisi. Ardından gece 3'te trene bineceğiz. Ancak öncesinde hostele uğrayıp sırt çantalarımızı almamız gerekiyor..

Nevsky'de gece 12 suları, henüz dönüşe geçmemişken
Elimizdeki haritada adı geçen barı bulamıyoruz; ama yakında başka bir bara giriyoruz Aynur ile. Halam ise dışarda biraz daha gezmek istiyor. Biz birer bira içiyoruz. Üzerimizde günün tüm yorgunluğu var. Halam ise gençlere taş çıkartacak bir dinçlikle etrafta biraz daha geziyor ve ardından bara dönüyor. O gelince hemen hesabı ödeyip kalkıyoruz. Saat gece 2 civarı. Önce hostele oradan da gara yürüyeceğiz. Nevsky boyunca yürüyoruz. Yürüdükçe hem yorgunluk artıyor, hem de adımlarımız hızlanıyor. Çünkü dakikalar boyu yürümemize rağmen sanki ilerlemiyormuşuz gibi bir his var. Nevsky'de genelde dertsiz tasasız; yalnızca keyfini sürerek yürüdüğümüz için aslında ne kadar uzun bir cadde olduğunun farkında değiliz belki de.

Caddenin sonuna varmak üzereyken, treni biraz riske attığımızı farkediyoruz. Ama bu caddede yürümesi gerçekten, ilk defa bu kadar uzun sürüyor. Bilsek taksiye binerdik diye hayıflanıyoruz. Adımlarımız hızlanıyor. Caddenin sonuna varınca ikiye ayrılmaya karar veriyoruz. Halam hemen yolun karşısında bulunan tren garında bizi bekleyecek. Biz ise yaklaşık 7-8 dakika mesafedeki hostele gidip çantaları alıp geri döneceğiz..

Üzerimizde stres var. Bu aksilikler yetmezmiş gibi bir de bacağımın ağrısı tutuyor. Uzun saatler yürüdüğüm zamanlarda, her seferinde baş gösterdiği gibi.. Galleria AVM'nin yanındaki otopark girişinden kestirme yola çıkıyoruz. Hemen 200 metre ötede hostelden çantaları alıp çıkacağız. Ama o güne kadar geceleri dahil her zaman açık olan otoparkın arkasındaki yolu demirle kapatmışlar. Kafamdan aşağı resmen kaynar sular dökülüyor! Çünkü hemen önümüzde duran hostele bu yoldan çıkamazsak arkadaki sokaktan geçmemiz gerek; bu da en az 15 dakika daha yürümemiz gerek. Zaten trene ucu ucuna yetişeceğimiz için oturup ağlayasım geliyor. Ama başka çözüm bulmak zorundayız..

Yola çektikleri demir kapı 2 metre yüksekliğinde. Bacağımdaki ağrıdan dolayı tırmanmama olanak yok. Neyse ki Aynur deneyebileceğini söylüyor. Ben de kendisini ittirerek, bazen de ayağını basması için destek olarak Aynur'un tırmanmasına yardımcı oluyorum. Aynur demir kapının üzerinden atladığı gibi hostele koşuyor. Bir iki dakika içerisinde elinde ve sırtında çantalarımız ve poşetlerimizle geri geliyor. Esas zor olan kısım diğer taraftan tırmanmak. Önce çanta ve poşetleri benim olduğum tarafa fırlatıyor. Ardından kendisi tırmanmaya çalışıyor. Bu sefer benim yardımcı olmam çok daha zor. Elimi demir parmaklıkların arasından geçirip bulunduğum girişimler pek de işe yaramıyor. Aynur bulunduğu tarafta demir kapının üzerindeki işlemelere ayağını geçirerek birkaç deneme yaptıktan sonra başarılı oluyor ve bu tarafa atlıyor. Kendisi için gerçekten zor bir deneyim. Zaten ikimiz de kan ter içerisinde kalıyoruz. Halen trenin saatine 10 dakika kadar zaman var. Hemen koşmaya başlıyoruz. Ana caddeye çıkınca derhal taksiye atlayıp "Moskovski Vagzal" diyoruz. Adam bizim telaşımızdan hemen yola çıkıyor. Bahsettiğim mesafe ise 300 metre kadar! Ama yapacak bir şey yok. Yürümeye kalksak trene yetişme ihtimalimiz yok.. Hepi topu 30 saniye süren bir yolculuk. Cüzdanımda 50 ruble hazırlıyorum. Taksici ile herhangi bir münakaşaya girecek kadar zamanımız da yok. Garın önüne geldiğimiz gibi taksiciye ücreti veriyorum ve arabadan fırlıyoruz.

Zaten bitap düşmüşlüğümüz her halimizden belli olsa da pes etmek istemiyoruz. Garın içine jet hızıyla koşuyoruz ve orada halamla karşılaşıyoruz. O anda O'na da açıklama yapacak zaman yok. O da koşumuza katılıyor. Moskova treninin kalktığı perona gidiyoruz. Oradaki görevliye bileti gösteriyoruz. Görevli diğer uçtaki perona yönlendiriyor. Nefes alacak takatimiz yok, neredeyse. Diğer uca koşup Moskova trenini bulmamız ile trenin hareket etmesi bir oluyor. İçerde camın arkasından bakan görevliye işaretler ediyoruz ama nafile. Bu konularda çok katılar. Trenle aynı hızda yürüyerek ısrar ediyoruz. Ne de olsa şu an kapıyı açsa çok rahat binebiliriz. Ama oralı değil. Hatta eliyle çapraz yapıp ısrarla reddettiğini gösteriyor, ardından da arkasını dönüyor. O noktada pes etmişlik, pişmanlık, keşkeler beynime hücum ediyor. Ama artık ne desek de boş. Yakalayamadık. Hem de 30 saniye önce gelebilseydik binebilecektik. O 30 saniye nerede kaybedildi, bardağın neresinden bakıldığına göre değişir. Ama kesin olan, eğer otoparkın demir kapısı kapalı olmasaydı yakalamakta sıkıntı yaşamayacağımız...

Önce treni kaçırdığımız noktada öylece oturup kalıyoruz. Sonra gene çözüm bulma zamanı. Etraftaki bir kız bilet ofisiyle konuşmamız durumunda ücretin yarısının iade edileceğini söylüyor. Bu açıklama bana şüpheli gelse de denemekten bir şey kaybetmeyeceğiz. Bilet ofisine gidince görüyoruz ki ofis gece 3 ile 4 aralığı dışında günün 23 saati hizmet veriyor! Garın içinde koltuklarda uyuklamaya başlıyoruz. Vücudumuzdan yorgunluk akıyor. Artık zaman kavramı gevşiyor. Hemen yanımızda zihinsel problemi olan bir Rus oturuyor. Kendi kendine bir şeyler söyleyip duruyor..

Bir ara Rus polisi gelip herkesi zorla uyandırıyor. Genel adetleri olduğu üzere hödükçe; copuyla tartaklayarak! Biz tam olarak uyuyor halde bulunmadığımızdan ne olduğunu soruyoruz. Ama elbette İngilizce konuşmuyorlar ve iletişim kurmaya tenezzülleri yok. Kendi vatandaşlarına da pek farklı değiller. Herkese dışarıyı gösteriyorlar. Tüm insanlar teker teker garın dışına çıkıyor. Bizi de tek bağırışla kapı dışarı ediyorlar. Bu noktada Murph kanunları işliyor. Bela bir defa başladıktan sonra kesilmesi zor! Eyvallah etmek gerek..

Dışarda hava soğuk. Türkçe biraz bilen Özbeklere denk geliyoruz. Bomba ihbarı olduğu için tüm garın boşaltıldığını söylüyorlar. Oracıkta belirsiz bir süre boyunca bekleyecek dermanımız yok. Hemen yolun karşısında 24 saat açık bir restoran var. Oraya gidip sıcak bir şeyler yiyip, yeni stratejimizi kararlaştırıyoruz. Gişeden en yakın zaman için yeni bir Moskova bileti alıp, hostelle de bir gün ücreti karşılığında sabah 7'de girip gece geç bir saat olmadan çıkmanın pazarlığını yapacağız.

Birisi restoranda beklerken diğer iki kişi gişeye gidiyor dönüşümlü olarak. Çünkü ilk gidişte halledemiyoruz. İkincide gerçekten de yarı ücret geri ödeniyor. Ardından ertesi gece için yeni bir trene bilet alıyoruz. Bize önceki biletlere nazaran biraz daha pahalıya, 1600 ruble kişi başı, malolsa da şükretmemiz gereken bir haldeyiz. Neyse ki en önemli mevzu çözülüyor. Bazı günlerde trende dahi bu fiyatlara yer bulmak mümkün değil..

Artık sabah 7 civarı. Hostele gidiyoruz. Dört saat önce treni kaçırmamıza sebep olan demir kapı şu anda açık. Resepsiyonda Anna var. Aynı zamanda ilk gün geldiğimizde bize ekstra ücretler bildirdiği için tartıştığımız kişi. Treni kaçırdığımızı ve yenisine bu gece bineceğimizi; sadece uyuyacağımızı ve toplam 14 - 15 saat kadar kalacağımızı söyleyip bir gün ücreti kesmesini rica ediyoruz. Kabul ediyor. Ne yalan söyleyeyim, şaşırıyorum. Genelde çok katı bir tutumları olduğundan, insanların haline üzülüp de esneklik tanıyabileceklerine ihtimal vermiyorum...
Ah bu kuyruklar!

Doğruca yatıyoruz, uyandığımızda ne yapacağımızı bilmeden.. En güzel uyku belki de bu oluyor. Kalktığımızda saat 2 civarı. Aynur ile Hermitage'a gidip bir kez daha şansımızı denemeye karar veriyoruz. Halam ise pek yanaşmıyor. O Sovyet Müzesi'ne tekrar uğrayıp Lutsian ile eşine yanımızda bulunan birkaç hatıra bırakmak istiyor. Örneğin kendi yüzüğünü.. Biz Hermitage'a saat 15.30 gibi ulaşıyoruz. Yine bir kuyruk.. Demek ki giriş bedava olmasa da insanlar epey hevesliler. İlk gittiğimizdeki kadar değil; ama gene de kuyruğa girsek, içerde bir mont kuyruğu daha olacak ve gezmek için belki de 1 - 1,5 saat kalacak. Dolayısıyla bu parayı vermeye değmez diyerek vazgeçiyoruz.

Şehirde turluyoruz. Yeni kitapçılar görüyoruz. Yeni ve değişik dükkanlar. Sonra hostele dönüyoruz. Bu akşam yemeğimizi hostelde pişirip, toparlanıp saat 21.30 gibi ayrılacağız. Bu kez işimizi şansa bırakmayacağız. Hem de bu kez tren farklı bir tren garından kalkıyor! Metro kullanarak ulaşacağız. Hiç koşturmaca ve telaş olmadan hostelle vedalaşıp gara gidiyoruz ve trenimize biniyoruz. Trende harikulade İngilizce konuşan birisiyle tanışıyoruz. Amerika'da farklı dönemlerde birkaç aylık periyotlar halinde kalmış. Tavırlarıyla da diğer Rusların aksine son derece sıcak kanlı. Ayaküstü epey sohbet ediyoruz. O'na pek Rusa benzemediğini söyleyince bozuluyor :) İklimimiz soğuk, o yüzden böyleyiz, enerjimizi korumaya ihtiyacımız var diyor..

Trende gayet kaliteli bir uyku uyuyorum. Sabah olunca her vagonun arka kısmındaki bölmeden bardak ve sıcak su alarak çay, kahve içilebiliyor. Hatta herkes görevli kadından rica ediyor. Görevli de herkese standart üzerinde orak-çekiç bulunan bir bardakla çay servisi yapıyor. Biz de rica ediyoruz. Ama çemkirme tonunda bir şeyler söylüyor. Halbuki herkese servis yaptığı gayet ortada.. Bizim kompartımanda altımızdaki yatakta yatan iki abla çetin ceviz çıkıyor ve kadınla laf dalaşına giriyorlar. Yabancı olduğumuz için yapılan ayrımcılığa göz yummamaları içimde bir sıcaklık oluşturuyor. Sarılmak istiyorum:) Ablaların bastırmasıyla görevli kadın iki bardakta sıcak su verip bize veriyor. Ablalardan birisi de çantasından birer poşet çay veriyor. Böylelikle sabah çayımızı trende içiyoruz..

Tren kaçırmamız sebebiyle programımız sıkışıyor. Çünkü Moskova'da Nazım'ın mezarına gitmek ve Kızıl Meydan'ı gündüz gözüyle görmek istiyoruz. Trenden inince doğruca Novodeviçi Mezarlığı'nın yolunu tutuyoruz. Nazım'ın mezarını bulmak zor olmuyor. Kapıdaki görevliye sorunca hemen anlıyor ve tarif ediyor. Mezarının başında çokça çiçek var. Hatta Türk bir grupla karşılaşıyoruz. Mezarını çok merkezi bir noktaya koymuşlar, o dönemki Sovyet rejimine olan muhalefetine rağmen..
Novodeviçi Mezarlığı ünlülerin mezarı. Pek çok meşhur siyasetçi, yazar, sanatçı burada yatıyor. O yüzden olsa gerek, mezarlar pek gösterişli ve mezarlık bakımlı.. Nazım'ın mezarına çiçek bırakamıyoruz; ama hem not yazıyoruz hem de bir ajanda sayfası, 2 ve 3 Haziran 2013'ü gösteren.. Mezar başında biraz zaman geçirdikten sonra başka yazarların da mezarına bakmak üzere ayrılıyoruz. Biz ayrılırken 1'i Türk, diğeri Rus iki kadın daha geliyor..

Kendi başımıza Rus büyüklerinin mezarlarını bulmakta zorlanıyoruz. O esnada yabancı bir gruba denk gelip onlardan yardım alıyoruz. Arkalarına takılıp Gogol'un mezarına gidiyoruz. Genele nazaran oldukça sade bir mezar.. Elinde haritayla mezarlara bakan kişi, etrafta tanımadığım birkaç Rus yazarın daha adını söylüyor.. Grupla daha fazla gezmekten vazgeçip mezarlıktan ayrılıyoruz. Sıra Kızıl Meydan'da. Metroyla doğruca o bölgeye gidiyoruz. Bölge denebilir; çünkü yürüyerek epey zaman alan bir yer.
Metro durağından indiğimiz yerde, Kremlin Sarayı'na girilebildiğini ve kuyrukta çok sayıda insanın olduğunu görüyoruz. Ama saat 16.30 civarında turlar son buluyor. Girmemize gene zaman kalmıyor.. Meydana tek bir noktadan giriş var. Orada da polis kontrolüyle ve bir miktar beklettikten sonra.. Meydanı çevreleyen bölgede Kremlin Sarayı'nın surları, St. Basili Katedrali ve diğer tarihi binalar var. Lenin'in mozolesi de Kızıl Meydan'da bulunuyor..

                        
120 yıl önce de varmış GUM alışveriş merkezi!






Meydana girdiğimizde hava da kararmaya başlıyor. Bir türlü gündüz gözüyle göremediğimize hayıflanıyorum. Kremlin'in karşısında bulunan Gum Alışveriş Merkezi'nin 120. yılı kutlanıyor! Bunun şerefine AVM'nin önüne bir platform koymuşlar. İçerisinde buz pateni yapılıyor. Açık havada buz pateni Aynur'a gene cazip geliyor; lakin fiyatlar uçuk. Saatliği 1000 ruble civarında. Hem de görece olarak ufak bir bölge. Çok fazla insandan talep gördüğü için de ayrıca küçük görünüyor olabilir. Çünkü ufacık yerde yüzlerce insan paten yapıyor. Ben patende zaten en ufak çarpma tehdidinden dahi tedirgin olduğumdan benim için güvensiz sayılır..

İçeri girip GUM'u da geziyoruz elbette. AVM işte, ne kadar farklı olabilir. En aykırı gelen şey tuvaletin sadece bir tane olması. Önünde çok uzun bir kuyruk var. Özellikle de kadınlar tuvaletinin önünde yarım saat beklenen cinsten. Tuvalet hizmetini parayla verme konusunda epey istekliler kanımca. İçerde kokoş görünümlü Rus oligarkları da var. Uzun süre kalmak ise sıkıcı oluyor. Biz de yanımızdaki sandviçleri yedikten sonra gene yola koyuluyoruz..

Beş günlük bir aradan sonra tekrar Puşkino yolundayız. Ne trende ne de istasyonlarda hangi durak olduğunu bildiren tabelalar bulunduğundan Rusça bilmeyenlerin sıkıca takip etmesi gerek. Çünkü trende sadece Rusça sesli anons yapılıyor. Nitekim ilk defa yanımızda İsa abi olmadan trenle Puşkino'ya geldiğimizden yanlış durakta iniyoruz. İnince anlıyoruz; ama yapacak bir şey yok artık. Bir sonraki trene binip, bir durak gidiyoruz. Meğer sadece bir durak erken inmişiz.

Bitmez tükenmez banliyö treni yolculuklarımız
Ve uzunca bir aradan sonra İsa abi ve arkadaşlarıyla akşam yemeği yiyoruz. Ertesi gün dönüşlerimiz halamla gene farklı meydanlardan. Uçağımız akşam 5 civarında. Geceden valizleri hazırlıyoruz. Sabah erken kalkıp şehirde biraz daha gezme niyetimiz var. Ama gene beceremiyoruz. Kahvaltıyı bitirip de evden çıkmaya hazır olduğumuzda saat 12.30. Ve tabi bitmez tükenmez tren yolculuğu ve hatta öncesinde tren garına ulaşım.. Ama halam gene bizden daha azimli. Kahvaltısını erkenden yapıp evden ayrılıyor. Tekrar Türkiye'de buluşmak üzere vedalaşıyoruz. Biz de O'ndan bir saat sonra evden çıkıp merkeze gidiyoruz..

Yanımızda valizler de var artık olanca ağırlığıyla. Valiz emanet yerleri buluyoruz. Lakin 2 saatlik emanete bile tüm gün parası istiyorlar. Sinirimiz bozuluyor ve merkezde daha fazla gezmeden havalimanına gidiyoruz.

Sonradan aklıma gelen bir şeyi de eklemeden edemeyeceğim: İngilizce konuşabilen az sayıdaki Rus'a meramını anlatmaya kalkınca en güler yüzlüsünden en suratsızına herkesin aynı cümleyi -"what do you want?"-kullanması kültürlerinin bir dışa vurumu olsa gerek..

Nisan'da İran'da görüşürüz..