24 Şubat 2014 Pazartesi

Spasiba - спасибо !

Üzerinden yaklaşık 3 hafta geçti ve şu an yazmak için biraz gönülsüz hissediyorum; ama gene de yazmaya değer bir yer Rusya. Öncelikle az araştırmayla -Beyrut'tan az olmasa da- gittiğimiz bir yerdi. Bunda sanırım kalacak yer sıkıntımızın olmayışı da etkilidir. Ne de olsa Aynur'un kuzeni İsa abi Moskova'da yaşıyor..

Bu seyahat çok kişi gezmenin ne zor olduğunu anlatması bakımından da önemliydi. Halamla beraber üç kişi gittik Rusya'ya. Gezi esnasında ise grubun büyüklüğü bazen 4, bazen 5 bazense 7'ye çıktı! Ev sahibimiz İsa abinin heryeri gezdirme konusundaki ısrarlı yardımı zaman zaman bunaltıcı oldu; hatta O'ndan ayrı kaldığımız zaman diliminde otoriter dahi olduğunu farkettirdi. Bu sebeple İstanbul'a gezmek için gelip evimde kalan misafirlere karşı nasıl bir tutum takınmamam gerektiğini bana da gösterdi. Hele de bizim gibi gittiği yerin gündelik hayatına karışmayı seven, turlarla gidip aynı yerlere hücum eden turist ordularından ayrı takılmak isteyen ruha sahip gezicileri özgür bırakmak gerektiğini gayet iyi anladım..

Gitmeden önce en kaydadeğer korkumuz havaların -30 derece olacağı ve sokakta yürürken donakalacağımızdı! Çünkü bir hafta önce Moskova'ya gezmeye giden arkadaşım Seda havanın ilk gün sıfırken ikinci gün -10 ve üçüncü gün -15'e düştüğünü; dışarda 20 dakikadan uzun kalmanın pek olası olmadığını, hatta bir gün verdiği nefesten dolayı saçına gelen buharın bir süre sonra saçını dondurduğunu söylemişti. Bu korku bizi içlikler, kar maskeleri ve muhtelif tedbirleri almaya itti. Giderken valizimizde bolca "önlem eşyası" vardı.

İkinci önemli çekince ise hayat pahalılığıydı. Okuduğumuz izlenimler, paylaşılan düşünceler Moskova'nın çok pahalı bir şehir olduğunu söylüyordu. Bu durumda buna da tedbir almak gerekti :) Giderken yanımızda makarna, bulgur gibi bakliyat ürünleri; kuruyemiş, zeytin, peynir, sucuk ve hatta sipariş üzerine bir de rakı götürdük.. Şu an geriye bakınca iyiki götürmüşüz diyorum. Evde yemek yapma şansımız olması bizi büyük bir külfetten kurtardı. Ayrıca her sabah evden çıkmadan önce hazırlayıp sırt çantamıza koyduğumuz ekmek arası sandviçler, meyveler ve kuruyemiş, akşama kadar yemek yemeden dayanabilmemizi sağladı..

İstanbul'dan yola çıkarken valizin yarıya yakını yiyecek, hediye ve sipariş doluydu. Dönüşte de bir miktar hediyelik eşya olacağı için birbirini dengeler diye düşünmüştüm. Nitekim dönüşte valizde fazla bile boşluk kaldı..

Moskova'ya varışımız bir dizi talihsizlik ile başladı. İnişe az bir zaman kala yolculardan biri uzun süredir aldığı alkolün etkisiyle saçmalamaya başladı. İlk kıvılcımı Pegasus'un hosteslerine "Su parayla mı satılır!" höykürmesiyle duydum. İlerleyen zamanda alkol almaya ve insanlara huzursuzluk vermeye devam etti. Uçak son yaklaşmadayken (mesleki tabir kullanarak anlatması daha kolay) ayağa kalkıp rahatsızlık vermeye devam edince uçak pas geçti. Hostesler pilotları durumdan haberdar etmiş ya da pilotlar arkadan gelen gürültüleri kendileri dahi duymuş olabilir.. Havada bir tur atmamıza ve yaklaşık 20 dakika gecikmemize sebep olan olayın aktörü şahıs benzer hareketlere devam ediyor ve yolculardan gittikçe çok tepki çekiyordu. O esnada sinirlenen ve adama bağıran Rus vatandaşları da gördük. Adamın Rusça cevap vermesiyle bu dili de bildiğini öğrendik! Son haddede yolcuların ellerindeki çeşitli eşyaları adama fırlatmak ya da bizzat fiziksel şiddet uygulamak suretiyle koltuğa oturtacağını düşünüyordum. Neyse ki olay oraya varmadan, hosteslerin adamı zorla yerine oturtması ve yolcuların sağduyusuyla uzamadı ve nihayet yere indik. 

Rus devletinin "leş" yüzüyle ilk olarak pasaport kontrolünde karşılaşıyorsunuz. Adamına göre muamele, çok yavaş işleyen bir düzen, keyfi uygulamalar. Örneğin Aynur'a sordukları "vizen nerede?" sorusu.. Daha sonra imzalattıkları bir belge. Bana ise ne bir şey sordular ne de imzalattılar. Henüz kuyruktayken Rusya'yı tanıdığı belli olan insanların konuşmalarından da etkilenip polisle mümkün olduğunca göz göze gelmemeye ve hiç gülümsememeye çalıştım - tıpkı polislerin yaptığı gibi.. Ve nihayet kontrolü geçince valiz kontuarlarına geldik. Valizleri, abartısız bir saat bekledik. Nitekim bizden yarım saat sonra inen Vietnam havayollarının yolcularından pek çoğu biz henüz beklerken aynı kontuardan verilen valizlerini alıp gittiler.. Bu esnada THY'nin kullandığı diğer havaalanı Vnukova'ya inmiş olan halamla konuştuk ve İsa abiyle buluştuklarını öğrendik. Hemen hemen aynı saatte İstanbul'dan yola çıkmamıza rağmen başımıza gelen talihsizliklerden dolayı onlar bizden 1-2 saat önce şehir merkezine geçip bizi beklemeye başladılar..

Bir miktar Ruble alıp şehir merkezine giden trene bindik. Bu trenle bile yaklaşık 35 dakika süren bir yolculuk yaptık; dolayısıyla merkeze epey uzak bir havaalanı Domododevo. Tren ücreti 400 ruble (yak. 25 TL). Merkezdeki Paveletskaya metro istasyonu trenin son durağı. Bu noktada İsa abiyle buluştuk ve kız arkadaşı Tanya ile halamın oturup bizi beklediği kafeye gittik. Burda akşam yemeği yedik ve 2500 ruble hesap ödedik. Kişi başı ortalama 500 ruble=30 TL. Ben dana fajita yedim ve doymadım -itiraf ediyorum-. Çünkü porsiyonlar bizimkilerin neredeyse yarısı kadardı :( İsa abi ufak bir pizza, Tanya ise salata yedi. Dolayısıyla TL cinsinden bir değerlendirme yapınca, değdi mi dersek, hayır derim!

Kafeden kalkıp İsa abinin evine gittik. Tanya arabasıyla bizi tren istasyonuna bıraktı - Komsomolskaya. Burada kişi başı 70 rubleye tren bileti aldık ve Puşkino trenine bindik. Yaklaşık 50 dakikalık bir mesafede. Şehrin banliyösü bile denebilir mi, bilmiyorum. Ankara'daki Sincan ya da İstanbul'daki Tuzla, Kayaşehir gibi yerlerle kıyaslanırsa Puşkino epey dezavantajlı kalır.. Her ne kadar GoogleMaps'te merkezden 30 km olduğunu gösterse de.. Yüksek katlı ve modern bir binada oturuyorlar. Evlerin ısınma sıkıntısı yok. Keza güvenlik için apartman kapısını yalnızca oturanların açabildiği bir sistem var. Lakin ev 3+1 ve kirası 800 dolar! Bu evleri satın almaya kalksan yüzbinlerce dolar. Komünist dönemden kalma evler çok kalitesiz oluyormuş. Ki kaldığımız modern ev bile Türkiye'deki ortalama ev standardının altında sayılır. Odalardan birinde hiç pencere yok.. Dolayısıyla Rusya'da konaklama büyük bir sıkıntı..

İlk gece biraz sohbet, biraz yerleşme heyecanı ve ertesi günü pek planlamadan yattık. Ertesi sabah güzel bir kahvaltı yaptık. Ardından ara öğün için sandviçleri hazırladık ve yola koyulduk. Ancak biz bunları yapıp evden çıkana kadar hemen her gün saat 2 civarları oluyordu zaten.. Bugün İsa abi de bize eşlik ediyor gezide. Şehir merkezine trenle değil, otobüsle gitmeyi önerdi. Otobüsün son durağı VDNKh, çok merkezi olmamakla beraber metronun da geçtiği bir güzergahta bulunduğundan en azından ulaşımı kolay. VDNKh'da inip etrafı geziyoruz. Meydanda Kozmoz müzesi ve roket var. Hemen yanında çok büyük bir park, içerisinde heykeller ve anıtsı yapılar.. Bu yapılardan birisinin içine giriyoruz. İçerisi hediyelik eşyacı dolu. Hem de fiyatlar Rusya standartlarında çok uygun. Pazarlık yapınca biraz daha indiriyorlar ve 250 rubleye matruşka alıyoruz. Ayrıca kupalar, anahtarlıklar ve başka hediyelik eşyalar. Böylece hediyelik eşya faslını ilk günden kapatıyoruz, hem de sonradan iyiki ordan almışız dedirten çok uygun fiyata.. Ardından parkta gezmeye devam ederken açık havaya kurulmuş devasa bir buz pateni alanı gördük. Aynur'la bu fırsatı kaçırmadık ve saatliği 200 rubleye paten kiraladık. Parka müzik yayını da yapmayı akıl ederek gayet keyifli bir ortam yaratmışlar. Piste çıktığım an aşırı(!) zorlandığımı hissettim. Çünkü zemin oldukça pütürlü ve eğimliydi. İlk 10 dakika düşme korkumu atmaya çalışarak geçti. Yanımızdan elini kolunu sallayarak geçen Ruslar anadan doğma bu sporu biliyormuş gibi bir izlenim uyandırıyorlardı. Benim gibi hayatında hepi topu 10-15 defa, o da Belpa(Ankara) gibi kusursuz zeminli pistlerden tecrübesi olan birini görünce sanırım onlara emekleme aşamasında bir bebek gibi görünmüşümdür..

Kayak faslı bitince halam ve İsa abi ile buluşuyoruz. Pistin hemen yakınında anıtsal yapılardan birinin üzerinde Ermenistan yazıyor. Tuvaleti kullanmak için buraya gidiyoruz. Dipnot: Soğuktan mıdır, insanın daha sık çişi geliyor sanki. Bir de çok yerde mobil tuvalet var; ama gayet pahalı. 30 ruble(2 TL) civarında. Kapıdaki görevli önce sıkıntı yaratmıyor. Fakat sırtımızdaki çantalar, fotoğraf makinesi gibi eşyaları görünce bir kıllanma hali vuku buluyor. Tam tuvalete girmek üzereyken Rusça ve son derece kaba şekilde, yüksek sesle bir şeyler söylüyor. İngilizce ve Türkçe cevap veriyoruz lakin elbette beyhude. O arada tuvalette olan İsa abi gelip adamla Rusça konuşuyor. Tercüme ettiğine göre, "nereden bileyim sizin bombacı olmadığınızı, daha dün bilmem kaç yeri bombaladılar" minvalinde cümleler söylüyor. Biz de alel acele işimizi bitirip çıkıyoruz ordan. 

Bu devasa parkta biraz daha geziyoruz. Eski bir uçak da bulunuyor parkın uç kısmında. Burayı da gördükten sonra saatin 9 civarında olduğunu farkediyoruz. Artık eve dönme vakti.. Tekrar otobüsle döneceğiz eve. Dönüş yolunda fer feci bir trafik var. Bir ay önce haberlerde dünyanın en kötü trafiğe sahip şehrinin Moskova, ikincisinin de İstanbul olduğunu görmüştüm. Hakikaten gözümüz arkada kalmıyor. Ama gene de İstanbul'da arada bir patlak veren trafikte çıldırıp "bu şehirden nefret ediyorum" krizi kadar beteriyle karşılaşmadık Moskova'da.

Kalacak bir evin olması belki avantaj olduğu kadar zaman konusunda dezavantaj da yarattı. Yemek hazırlamak gibi evde gerekli ilave zamanın yanında yarattığı rehavetle işleri ağırdan almamıza ve çok uyumamıza sebep olduğunu düşünüyorum..

İkinci günümüz, varış gününü saymazsak, 31 Ocak. Bu gece yılbaşı ve Kızıl Meydan'da karşılamak istiyoruz. İsa abi, kız arkadaşı Tanya ile gece bir kafede olacaklarını söylüyor ve bizi de ısrarla buraya davet ediyor. Gidecekleri yerin yılbaşı programı kişi başı 50 dolarmış ve diğer yerlere nispetle çok ucuz oluyormuş. Fakat biz kafeye gitmek istemiyoruz; dışarda olmayı tercih ediyoruz. Bugün evden biraz daha geç çıkıyoruz. Ne de olsa eve geç geleceğiz ve dışardaki soğukta uzun süre bulunmak insanın direncini kırıyor. Soğuk dediğim Ruslara vız geliyor. Zaten hava mevsim normallerinin çok altında. Normalde Noel vakti her yerin karla kaplı olduğu ve sıcaklığın -15 derece civarında olduğunu söylüyorlar. Ne yerde kar var ne de hava buz kesiyor. Havanın ayazı Ankara'dan hallice. Amma velakin yıllardır bu kadar sıcak olmadığını da söylüyorlar. Bu da bizim şansımız diyelim :) Pantolon altı için aldığım içliği sadece bir kere giydim ve o gün epey yandım. Dolayısıyla abartılacak bir soğuk yok..

Bugün gezimize İsa abinin ev arkadaşı Numan da katılıyor. Evden çıkıp Moskova'nın İstiklal'i benzetmesi namlı Arbat sokağına gidiyoruz. İstiklal diyince insan envai kimliğe mensup kişinin bulunduğu, rengarenk, cıvıl cıvıl, kalabalık bir sokak bekliyor. Lakin sokak oldukça tenha. Sokakta bol fotoğraf çeke çeke ilerlerken Tanya arayıp ailece yılbaşı yemeği yiyeceklerini söylüyor ve hepimizi yemeğe davet ediyor. En başta çok cazip gelmiyor. Sokakta gezmeye devam ediyoruz. Bir ara yorulup hazırladığımız sandviçleri yiyoruz. Sonra Tanya tekrar arayıp davet ediyor. Saat henüz akşam 6.30 civarı. Daha yılbaşına 5,5 saat var. Bu süre boyunca dışarda beklemek pek akıl karı değil. Bir kafeye oturup beklemek yerine Tanya'nın teklifini kabul ediyoruz. 

Yola koyuluyoruz 5 kişi! Metroyla yaklaşık yarım saat mesafede. Elimiz boş gitmek olmaz diyerek marketten alışveriş yapıyoruz ardından da eve geçiyoruz. Evde Tanya, kızı Katya ve büyük anne ile büyük baba var. Büyük anne ile büyük baba - nam-ı değer babuşka ve deduşka - pamucak saçları ve gözlerindeki yumuşacık ve naif ifadeyle diğer Rusların aksine bir anda içinizi ısıtacak insanlar. Çok çok tatlılar. Ne onlar bizi anlıyor, ne de biz onları anlıyoruz; ama gene de iletişiyoruz. Zaman zaman İsa abi ve Numan bize tercümanlık yapıyor. Fakat onlar yapmasa da babuşka ve deduşka ile aramızda bir yakınlık oluşuyor. Katya ise İngilizce konuşma konusunda oldukça utangaç. Üniversite öğrencisi; fakat annesinin de genç görünümünden dolayı hangisinin anne hangisini evlat olduğunu karıştırmak son derece olası. Tanya bolca geleneksel yemek hazırlamış. Gerçekten bizler açısından çok güzel bir deneyim bu. Öte yandan yaşlı bir Rus çiftin evini görmek bende fazla tanıdık bir his uyandırıyor. Bizim büyüklerimizin evlerine benziyor. Eşyalar, mobilyalar eski. Gereksiz nesneler bile atılmamış, bir gün belki işe yarar düşüncesiyle. Raflarda tozlu ansiklopediler...
Büyük annenin yüzünü kapattığım için üzgünüm :(

Babuşka fotoğraf çekilmeyi pek sevmiyor. Bizim ısrarla fotoğraf çekmemiz üzerine Aynur'a birden "provokatör" demesi kahkahalar atmamıza sebep oluyor.. Deduşka ise köy evinde taze meyvelerden yaptığı içeceği beğenmemizi heyecanla karşılayıp bardağımız boşaldıkça dolduruyor.. Yemekler benim için enfes. Nasıl pişirildiğini anlayamadığım bir balık çok yaygın burada. Az pişmiş; ama tadı tütsülenmiş gibi değil. Belki de sadece tuzla ve yağla marine edilmiş. Ancak yemesi zor değil. Tadı ise harikulade. Umarım yakın vakitte Türkiye'deki marketlerde de bulabiliriz tanrımmm :)

Yemek faslımız çok eğlenceli ve hoş geçiyor. Zaman da aynı şekilde. Saat neredeyse 11'de yemeğimiz bitiyor. Kalan bir saatte Kızıl Meydan'a yetişebilmemiz için derhal evden çıkmamız gerek. Ama pek mümkün değil bu. Sofrayı kaldır, insanlarla vedalaş derken zaman kaybediyoruz. Koşar adım metroya gitsek de yeni yıla metronun içerisinde giriyoruz. Bu durum halamda öfkeye neden oluyor. Çünkü özellikle yılbaşını da içine alacak bir dönemde gelmemizin sebebi halam. Kızıl Meydan'da yeni yıla girmek gibi bir hayali var. Biz de duruma oldukça üzülüyoruz. Halam durağa varınca bizi beklemeden önden çıkıyor. Biz de biraz sakinleşsin diye üstüne varmıyoruz. 

Kızıl Meydan'dan metroya doğru bir insan akını var. Belli ki pek çok kişi havai fişek gösterisini izledikten sonra doğruca eve gidiyor. Biz ise metro durağından ancak çıkabiliyoruz. Kızıl Meydan yönünde birinci güvenlik kontrolünde alkollere el koyuyorlar. Biz Aynur ile Kızıl Meydan'a girmek istiyoruz. Ancak İsa abi, Tanya, Katya ve Numan pek gönüllü olmadığından yanımızdaki içkileri onlara bırakıp ilk kontrolü geçiyoruz. Bir de ikincisi var kıymeti kendinden menkul! Burada birkaç dakikada bir 20 -30  kişilik grupları salıyorlar içeri. Dolayısıyla bir süre beklemek gerekiyor. Yaklaşık 15 dakikalık bir bekleyişin ardından nihayet Kızıl Meydan'a girebiliyoruz. Sahiden etkileyici bir havası var. Daha önce gördüğüm hiç bir yere benzemiyor. Masalsı bir ortam. Hem bilinmez hem de tanıdık gibi geliyor. Meydanın diğer ucunda St. Basil Katedrali. Yan tarafta Kremlin Sarayı. Diğer yanda GUM alışveriş merkezi. Giriş yaptığımız yerde ise bir başka görkemli katedral daha. Sanki meydandaki herkes sarhoş. İnsanlarda zafer kazanmışçasına bir coşku var. Bu büyü uzun dakikalar boyu sürüyor. Yaklaşık 2 saat meydanda vakit geçirdikten sonra halamı arıyoruz. O'nun siniri geçmiş halde. Halamla ve İsa abilerle buluşup eve dönüş yoluna koyuluyoruz. Saat gece 3 olduğu için taksiciler bayram halindedir kanımca. Ortalık epey kalabalık. Biz de 1500 rubleye anlaşıp İsa abi, Tanya ve Katya'dan ayrılarak eve dönüyoruz..

Eve gelince doğruca yatağa.. Güzelce dinlenmemiz gerek; çünkü yarın 1 Ocak gecesinde St. Petersburg'a trenimiz var. O tren de gece 2'de. Öğlen şehre gezmeye gidip, sonrasında geceye kadar şehirde zaman geçirip treni bekleyeceğiz. Biletlerimizi bir önceki gün gardan aldık. Bu esnada da midemizi bulandıran bir muameleyle karşılaştık. Herşeyden önce çok yavaşlar. Kuyrukta önümüzde yalnızca bir kişi ve birçok farklı bilet alma bankosu bulunmasına rağmen bize sıranın gelmesi 20 dakika sürdü. Herkes aynı yavaşlıkta çalıştığı için kimse durumdan şikayetçi değil. Sıra bize geldiğinde İsa abi bizim yerimize görevli kadınla konuşarak bileti ayarlamaya çalışıyor. Bense elimde pasaportlarla onları izliyorum. Kadın konuşurken yüzümüze bakmamayı tercih ediyor. Bir süre soru cevap şeklinde ilerleyen muhabbet, daha sonra kadının sesini yükseltmesiyle farklı bir havaya bürünüyor. İsa abi de benzer şekilde bir tutum takınıyor. Böylece kadın daha çok sesini yükseltiyor, hatta kafasını başka yere çevirerek bizimle ilgilenmiyor. Ne olduğunu sorduğumuzda, "yalnızca bir adet bilet kaldı" dediğini öğreniyoruz. Yalan söylediği apaçık ortada. Ne de olsa internette fiyatları çok yüksek olsa da yüzlerce bilet olduğunu gördük. Kaldı ki Rusya'nın iki büyük şehri arasında çok sık tren var ve gara uğramadan önce Tanya da internetten bakıp pek çok bilet olduğunu onaylıyor. Yetkili kadının bu tutumuyla O'ndan bilet alamayacağımızı anlıyoruz. İsa abinin dediğine göre aksanından yabancı olduğunu anladıklarında muameleleri değişiyor. Bana kalırsa kendi vatandaşlarına muameleleri de zaten yerlerde sürünüyor.. Öfkeden ısınıyoruz! Yan bankodaki görevliden bilet almaya karar veriyoruz. Bu kez İsa abiyi karıştırmadan, İngilizce konuşarak halletmeye çalışacağız. Ben kuyruğa giriyorum. Yine önümüzdeki bir kişinin işinin bitmesi 15 dakika sürüyor. Kadınla İngilizce konuşmaya başlayınca derin bir nefes alıyor ve gülümseyerek Rusça bir şey söylüyor. Kadının İngilizce kelimesi 50'den fazla değil muhtemelen. Neyseki en azından yardımcı olmak niyetiyle hareket ediyor; bu durumda vücut dili, kalem kağıt devreye giriyor; hatta daha sonra İsa abi arka taraftan yanımıza gelerek Rusça bir giriş yapıyor! Zaten vücut dili için epey kalori harcamış olan kadın kolay yolu görünce hemen Rusça'ya dönüş yapıyor. Biletleri alabiliyoruz velhasıl. Tırnaklarımızla kazıya kazıya elde ettiğimiz bir başarı hissi gibi sanki bu ufacık sonuç. Ağzından buram buram votka kokusu yayılan gişedeki görevliye hemen iki yan gişedeki görevlinin gösterdiği muameleyi ve bilet vermeyişini Rusça anlatıyor İsa abi, ve o tarafa doğru dönüp yüksek sesle teşekkür ediyor. Bizim gişedeki kadın gülümsemekle yetiniyor. Diğer kadın ise oralı bile değil. Benim de dönüp, nasıl olsa anlamıyorlar rahatlığıyla, fuck off son of a bitch diyesim geliyor; ve hatta keşke deseymişim!

Gözlemlediğim kadarıyla Rusya, batı ülkelerine hiç benzemiyor. Doğulu bir toplum olduğunu söylemekte beis yok bence. Hele de iki büyük şehri dışında insanların çok daha kaba olduğunu duyunca hayal kırıklığına uğruyorum. Adamına göre muamele, kazık ve duyarsızlık üst düzeyde. Sokakta aniden yere düşüversen, muhtemelen kimse dönüp de bakmaz bile. "Başkalarının hayatına karışmamak" konusunda başarılı olduklarını duyuyorum; ama duyarlı olmakla arada bir ayrım var elbet. İnsanlarda o duyarlılık pek sezilmiyor. Soğuk iklim insanı gibi bahanelere sığınmak çok kişiye rahat geliyor; sanki Kanadalılar ya da İskandinav ülke vatandaşları soğuk iklim insanı değilmiş gibi. İnsanların hayat algılarında fazla sertlik söz konusu..

Novodeviçi Manastırı
1 Ocak öğlen üzeri gezi planımızda Nazım'ın mezarının olduğu Novodeviçi Mezarlığı var. Evden çıkıp da oraya varmamız 2 saati geçiyor. Güneş batmak üzere. İçeri girip hemen Nazım'ın mezarını aramaya başlıyoruz. Çünkü bu mezarlığın müze gibi beşte kapandığını öğreniyoruz. Ne de olsa birçok ünlü var burda yatan.. Çok büyük bir yer değil. Ama araya araya bulamıyoruz. Sonra içerdeki katedrale girip ordakilerden yardım istiyoruz. O vakit öğreniyoruz ki burası mezarlık değil; manastır kısmı. Mezarlık surların dışında, hemen yan tarafta. Artık başka gün tekrar gelmek zorundayız. Çünkü kapanma saati geçti bile. Bu arada katedralde tesadüfen ayine denk geliyoruz. Yarım saat kadar izliyoruz ayini. Bu kadar soğuk ve dik başlı insanların din söz konusu olunca nasıl da merhametli hallere büründüğünü görmek, sürekli papazların karşısında eğilip bükülmelerini izlemek bana kötü geliyor. Ah din, sen nelere kadirsin!

Tekrar yola çıkıyoruz ve şehir merkezinde Lenin Kütüphanesi'nin yanındaki metro durağında iniyoruz. Hemen oracıkta devasa bir çam ağacı ve altında koca hediye kutuları var. Şehirde yürüyüş yapıyoruz. Az ilerdeki köprüden şehre adını veren Moskva nehrinin üzerinden geçerek öte yakada, nehir kenarında yürüyüş yapıyoruz. Yarım saat sonra Kızıl Meydan nehrin diğer yakasında tam karşımızda kalıyor. Burdan da ayrı bir manzarası var. Saat ilerledikçe karnımız acıkıyor. Bu gece paraya kıyıp bir Rus restoranında geleneksel tatları deneyeceğiz. Yol üstünde beş yıldızlı bir otele girip, resepsiyondaki görevliye restoran tavsiyesi istiyoruz. Yakın mesafede bir yeri öneriyor ve oraya gidiyoruz doğruca.

 Her ne kadar Rus değil, Ukrayna restoranı olsa da son derece geleneksel bir yer. Meşhur Borç çorbalarını nihayet tadıyoruz. Pancar ile yapılan bir çorba. Tadı fena değil. Bazı versiyonlarının içerisinde et veya tavuk da var - ki bunlar yakışmış bence. İçi etle doldurulmuş bir hamur işi olan Piroşki'yi yiyince, aynısını yılbaşı gecesi Tanya'nın yaptığını hatırladım. Piroşki de bizim damak tadımıza yakın, güzel bir yemek. Meyve sularından da tadıyoruz. Gayet uzun ve keyifli bir yemeğin ardından 2500 ruble(150TL) ödeyerek kalkıyoruz. Şimdi gara gitme zamanı.

Tren saatine kadar garda oyalanıyoruz. Tren gece 2'de. Ertesi öğlen 2 civarında St. Petersburg'a, Rusların tabiriyle Peter'e, varacağız. Bu ufak bilgiyi Vikipedi'de okuduğumda biraz gereksiz gelse de insanlarla muhatap olduğum zaman herkesin şehirden Peter olarak bahsettiğini; bazı geçmişi özleyen ya da komünizme hasret kişilerinse şehrin eski adı olan Leningrad'ı kullanmaya devam ettiklerini gördüm. Nitekim St. Petersburg ismi Almanca kökenli olduğundan Rus milliyetçileri tarafından "fazla batı yanlısı" bulunuyormuş.

Trende sanırım 14 vagon var ve neresinden bakarsanız 200 metreden daha uzun. Her kompartımanda, bu bölmeler birbirinden ayrılmıyor ve aynı koridor boyunca uzanıyor, altı adet yatak var. Çok rahatsız olduğunu söyleyemem. Daha önce Batum'dan Tiflis'e giderken kullandığımız trenin aynısı esasen. Ancak o trende mevcut olan boğucu koyun kokusu yok burada. Burdakiler biraz daha "şehirli".

Yolculuk boyunca güzel bir uyku çekerek Peter'e varıyoruz. Daha önceden planladığımız üzere ilk hedefimiz Hermitage Müzesi. Her ayın ilk perşembesi giriş bedava. Biz de seyahatimizi bu tarihe göre ayarladık. Garda polise hangi metro hattını kullanmamız gerektiğini sorunca İngilizce cevap alamamakla ilk hayal kırıklığımı yaşıyorum. Seda'nın anlattıklarından dolayı kafamda oluşan beklentiler var: Petersburg ile Moskova'nın çok farklı olduğu, burdaki insanların daha kültürlü olduğu ve herkesin İngilizce konuşulabildiği anlatıldı bana! Sonradan daha iyi ayrımsıyorum ki Petersburg ve Moskova gerçekten farklı iki ülkenin şehirleri gibi. Birbirleriyle hiç alakaları yok desem yeridir. Hele mimari.. Burdakilerin daha kültürlü olduğunu söylemek iddialı olur; ancak bazı emareler yok değil. Örneğin devasa bir kitapçı var ve 24 saat açık. Çocukların, gençlerin dahi gece 1'de gelip, kitaplara göz gezdirip satın aldıklarına şahit olduk. İngilizce konuşabilen insan oranı belki biraz daha fazla; ama halen toplam içindeki payının %10 bile olduğu söylenemez, bence!

Hermitage'ın ana girişi
Gardan sırtımızda sırt çantalarıyla doğruca Hermitage'a gidiyoruz. Vardığımızda saat 15:30 ve zaten 18'de kapanıyor. Amma velakin kapıda bir kuyruk ki insanın moralini yerle yeksan eder. İnsanlar içeri parti parti alınıyor. Bir süre kararsız kaldıktan sonra kuyruğa giriyoruz. İçeri girdiğimizde saat 17 suları. Dışarda hava -4 derece civarı. Ruslar için ılık sayılır; ama bizim için yorucu ve direnç isteyen bir hava. Nitekim kuyrukta etraftakilere sokularak ısı kaybımı düşürmeye çalıştığımı itiraf edeyim. Girişte görevli ücretsiz bir bilet kesiyor; ardından bizi Vestiyer bölmesine yönlendiriyorlar. Kimse montla içeri alınmıyor. Vestiyer bölmesinde ise ayrı bir kuyruk! Gel de kafayı yeme. Zaten çalışanların yavaşlığına bir de Rusların kural tanımazlıkları eklenince mont vermek tam yarım saat sürüyor. Bazı cingözler sonradan gelmelerine karşın "götün götün" kuyruğu yararak öne geçiyorlar. O kadar sessiz ve derinden geliyorlar ki, farkına varmak için onları takip etmek gerek. Rusların algıları dünyaya karşı pek açık olmadığından ayakta uyur bir haldeler. Bizse durumu farkedince onların taktiğini uygulayarak "götün götün" kuyruğu yarıyoruz. Çok değil belki; ama belki beş dakika karımız oluyor. Montu verip de gezmeye başladığımızda müzenin kapanmasına sadece yarım saat var. Uçar adımlarla müzenin tahminen onda birini geziyorum. Gezdiğim kısımda çarlık Rusya'sına ait hazine ve sanat eserleri var. Müzeyi terk ederken alt katta Mezopotamya, Yunan ve Mısır uygarlıklarına ait pek çok eserin olduğu bir bölüm olduğunu görüyorum. Ama artık nafile. Tekrar vestiyer kuyruğundayız. Bu sefer mont almak 45 dk sürüyor.

Çıkışta doğruca hostele gidiyoruz. Geceliği 500 ruble. Ama girişte bir sıkıntı var: Resepsiyondaki görevli Rus hükümetinin kestiği bir vergi diyerek kişi başı 300 ruble ekstra talepte bulunuyor. Ayrıca terliklerimiz olmaması durumunda kişi başı 50 ruble ödeyerek terlik almanın zorunlu olduğunu söylüyor. Önce sinirimiz bozulduğu için çıkmayı düşünüyoruz. Görevlinin iddia ettiğine göre bu vergi her hostelde kesiliyor. Ayrıca duruma dair bilgi verilmediği için Hostelworld'i suçluyor. Ama isteyen hostel sahiplerinin internette kahvaltıda kimin kaç yumurta hakkı bulunduğuna kadar detayları yayınladıklarını bildiğimden, görevlinin söyledikleri boşlukta uçuyor. İlk gerginliğin ardından hostele yerleşiyoruz. Dinlenmeye, temizlenmeye, yemek yemeye, tazelenmeye ihtiyacımız var!

Biraz dinlenip soluklandıktan sonra hostelin otopark komşusu olduğu Galleria AVM'ye gidiyoruz. Orada fast food ile günü geçiştiriyoruz. Tekrar hostele döndüğümüzde saat gece 11. Hostelde kalan hemen herkes Rus. Hiç alışkın olduğumuz bir manzara değil. İnsan neden kendi ülkesinde hostelde kalır sorusuna elbette çokça cevap verilebilir; ama bu mevzuyu sorunun muhataplarıyla bizzat konuşmak isterdim. Lakin İngilizce bilmiyorlar. Çok daha fenası ise hayata, yaşama karşı bir heves, ilgi, duyarlılık sezilmiyor. Hepsi kendi havasında. İletişim kurmayı denerseniz tüm hevesiniz kursağınızda kalacaktır, garanti! Bu durumda biz de kendi içimizde Türkçe takılıyoruz. Hostelde konuşulan yalnızca iki dil var..

Müzede karakterlere ait bir oda
Ertesi sabah kahvaltımızı yapıp yola koyuluyoruz. Hostele yürüyerek 15 dakika mesafede Dostoyevski'nin şu anda müze olan evi var. Gezmeye oradan başlayacağız. Öğrencilere giriş bedava ve Gazi Üniversitesi Yüksek Lisans kimliğim işe yarıyor. Aynur'un da öğrenci olduğuna  da allem edip kallem edip inandırıyoruz :)

Temmuz ayında bir gün Dostoyevski günü olarak kutlanıyormuş! Baya festival tadında kutlamaları olduğunu öğreniyoruz izlediğimiz videolardan. Kitaplarındaki karakterlerin kıyafetlerine bürünen oyuncular parodi sergiliyorlar. Halk tarafından da rağbet gördüğü anlaşılıyor. Nitekim edebiyata düşkünlükleri ve kendi yazarlarıyla gurur duyma hissinin sonucu olduğunu düşündüğüm mağrur havaları da anlaşılabiliyor.

Çıkışta haritaya bakarak "Literature Cafe"ye gidiyoruz. Halam, önerilen restoranlardan biri olarak okuduğu için biz de merakımıza karşı koymuyoruz. Mesafeler çok yakın değil; ama yürüyerek gezmek şehrin havasını teneffüs etmek, daha yakından tanımak, tesadüflere daha çok şans vermek açısından her zaman tercih edilebilir bence.
Aleksandır Puşkin

Girişte bizi tipik bir Rus kabalığı karşılıyor. Görevlinin ilk ağzından çıkan "Sadece bir şey içemezsiniz, yemek yemeniz gerekiyor". Acaba dışardan bakınca "çapulcu" - bu kelimeye güzel anlamlar yüklediğimi belirtmeden geçemeyeceğim- mu görünüyoruz? Sanki daha ziyade turist olduğumuzdan böyle davranıyorlar. Lüks bir restoran olduğu her halinden belli; ama insanlara zorla para harcatmak istiyorsanız rezervasyonu zorunlu hale getirerek bir şeyler atıştırmak isteyen ve az para harcayacak olan insanlara bir şekilde mani olunamaz mı? Bazen pek itici oluyorlar vesselam!
 Kapının hemen yanında, dışardan da görülebilen oturan Puşkin heykeli var. Rus Edebiyatının büyük babası ve en saygıdeğer ismi. Herkesin üstünde tutuyorlar. Genç yaştaki cesur ölüm şekliyle saygı uyandırıyor Ruslar arasında. Trende ender İngilizce bilenlerden birisiyle yaptığımız sohbete göre ilkokul 3'te Puşkin'in metinlerini okutmaya başlıyorlarmış. Restoranın içi büyük bir zevkle döşenmiş. Ayrıca renkler de insana biraz ağır gelse de çok şık. Karnımız epeyce aç; ama fiyatlar da tuzlu. Öte yandan yemek yemeden de olmaz, o kaba muameleden sonra. Borç çorbası içiyoruz gene. Her birimiz tadının çok güzel olduğu konusunda hemfikir.
Ayıcık ve Aynur

Ayrıca salata yiyor ve içecek alıyoruz. Hesabı ödeyip de para üstümüzü getirdiklerinde gene kötü bir sürprizle karşılaşıyoruz. En ufak bozukluklar kullanılarak 3 kilo ağırlığında geri gelmiş bir hesap kutusu. Gelen para üstünde ruble yerine, bizdeki 1 kuruş gibi nerdeyse hiç kullanılmayan ufak para birimi "Kapi"ler var. Belki de 200 tane.. Gerçekten çok çirkin bir muamele. Halam kutuyu geri verip, bunun anlamı ne diye soruyor. Suratsız görevli ise doğru dürüst konuşamadığından alıyor kutuyu ve biraz sonra kağıt para şeklinde geri getiriyor. Belli ki ana yemek siparişi vermediğimiz ve beklentilerinin altında para harcadığımız için bize kızgınlar. Ama takındıkları tutum insanda ar duygusunu köreltiyor! Onlar utanmazsa ben de utanmazım, bıçkınlıksa bıçkınlık diye haykırasım var! Restoranda bol bol fotoğraf çekiyor ve çıkıyoruz.

Şehrin ana caddesi ve her daim hareketli olan Nevsky Prospekt üzerinde ziyaret edilebilecek bir çok orijinal dükkan var. Biz de bir kısmını ziyaret ettikten sonra bir sokaktan içeri girerek ve nehir boyunca ilerleyip Voskresenia Khristova Kilisesi'ne doğru gidiyoruz. Yapının bir kısmı nehir üzerinde inşa edilmiş. Şehirde en etkileyici bulduğum yapı. Kızıl Meydan'daki St Basil Katedrali gibi, masal diyarında izlenimi veren bir yapı. İçerisine girmiyoruz. Zaten her bir yapının içerisine girip de gezecek kadar vakit de yok.

Katedralin hemen yanında Rusya Ulusal Sanat Müzesi bulunuyor. Onun önünde uzun bir kuyruk. Sonradan idrak ettim ki seyahat dönemimiz Noel tatiline rast geldiği için tüm müzelerin önü kalabalık ve trenler bu kadar yoğun olabilir. Nitekim farklı dönemlerde giden arkadaşlarımın söylediğine göre müzelerde hiç kuyruk beklemeden içeri girilebiliyormuş. Ulusal müzenin yan tarafında Mikhaylovskiy parkında geziniyoruz. Bu parkın biraz ötesinde içerisinde "sonsuz ateş" yazan bir alev yanıyor. Bu park şehirden geçen pek çok irili ufaklı nehrin en büyüğünün hemen yanında bulunuyor. Biz de yürüyerek bu nehri geçiyoruz.

Surların dışındaki kumsaldan nehrin karşı yakası
Köprünün hemen bitiminde ufak bir ada daha var. Bu ada Peter ve Paul Ormanı olarak adlandırılıyor. Adanın etrafı surla çevrili. İç bölgede Katedral var ve genel olarak mesire yerini andırıyor. Surların hemen dışına çıktığımızda güney sahillerimizi andıran incecik kumlarda yürüyoruz. Şehrin bu kadar merkezi bir noktasında böyle doğal bir sahil çok hoş olmuş. Aradan geçen devasa nehrin karşı tarafında tarihi binaların oluşturduğu şahane bir görünüm var. Tam gün batımı esnası olduğu için yansımalar da ayrıca güzel görünüyor..

Süslü metro duraklarından biri - Mayakovskaya
Bir miktar daha burda zaman geçirdikten sonra yakınlardaki metroyu kullanarak Hostel'e doğru yola çıkıyoruz. Hostele girmeden önce Galleria'dan alışveriş yapıyoruz. Bu akşam Türk yemeği gecesi :) Menemen için malzeme alıyoruz. Ayrıca Rusların hazır satılan çiğ benzeri balıklarından alıyoruz. Halam da ben de bu balığı pek sevdik. Halen düşününce iştahımı kabartıyor. Hostele gidip menemen pişiriyoruz. O esnada mutfakta bulunan birkaç Rus'a da ikram ediyoruz. Yalnızca bir tanesi denemek istiyor. O da az miktarda. Biz iştahla karnımızı doyururken aynı kişi gidip ikinci tabağı alıyor ve beğendiğini söylüyor..

Yarın Petersburg'daki son günümüz. Akşam erken yatıyoruz. Sabah gezmeye Nevsky Prospekt'in sonunda ve hostele de oldukça yakın bir yer olan Özgürlük Meydanı'ndan başlıyoruz. Daha sonra Nevsky üzerinde yürüyerek merkeze doğru ilerliyoruz. Sanki her geçişimizde yeni yerler keşfediyormuş gibi hissediyorum. Cadde pek çok yerde kanallar tarafından bölünüyor. Zaten bu yüzden "Kuzeyin Venedik'i" namı da varmış. Hemen her köprü üzerinde heykeller var. 
San Isaac Katedrali

Yürüyerek şehrin en eski katedrali olan San Isaac'a kadar gidiyoruz. Bu civarda eski döneme ait başka yapılar da var. Ve böyle tarihi eserlerin yoğun olduğu bölgede epeyce yeşil alan da bulunuyor. Dolayısıyla tarihi yapıları modern binaların yanında gölgede bırakmamışlar. Bu katedrallere giriş parayla, genelde 200 ruble civarında. Her birinin önünde de kuyruklar var. İçerisinin dış görünümünden daha heybetli olduğunu belirten izlenimler duyuyorum. Ama içeri girmeyi tercih etmiyoruz..

Parkta Moğol bir grup
Katedralin yanındaki park da en büyük nehrin kenarında. Hermitage müze kompleksi binalarının bir cepheleri de bu nehre bakıyor. Tam Hermitage'ın bulunduğu köşedeki köprüde şehrin simgelerinden olan, denizci çapalarını anımsatan bir yapı var. Bu köprünün karşı tarafında, hemen yolun başında bir müze daha var. Hemen hemen adım başı müze var desem yeridir herhalde. Ve gene bir kuyruk! Biz nehrin kenarında yürüyüş yapıyoruz. Hem de okyanus havası teneffüs ediyoruz diyebilirim. Ne de olsa tüm bu nehirler az ilerde Baltık Deniz'ine dökülüyorlar. 

Şu an bulunduğumuz adada da birçok kanal var. Nehrin kenarından yürürken bir çiftin para karşılığı bir kuşla fotoğraf çekmeleri için müşteri aradıklarını görüyoruz. O kuşun bakışları ise bizim için unutulmaz bir enstantane! Kuşun, sanırım baykuş, kafası 360 derece dönüyor. Adeta elastik ve cansız gibi; hem de son derece korkutucu bakışlarla.. Kuşla bir defa göz göze gelince hemen yüzümüzü çeviriyoruz..

Yarım saatlik yürüyüşten sonra dün akşam geldiğimiz Peter ve Paul Ormanı'nın girişine geliyoruz. Ancak tekrar aynı yeri gezmek yerine yakınlardaki Miniaturk benzeri, her bir yapının belli oranda küçültülmüşünü koydukları alanı gezmek istiyoruz. Haritadan bakarak gösterilen noktayı bulamıyoruz. Yoldan geçenlere sorduğumuzda ise uzaylı bakışlarına muhatap oluyoruz. Bu şehirde böyle bir alan olduğundan haberleri bile yok belki de. Kendimi onların yerine koyduğumda biraz utanıyorum :( Haksız da sayılmam. İstanbul'da birisi bana sorsa haberim bile olmayan çok sayıda tarihi ya da görülmeye değer yer vardır, eminim ki. Neyse ki Ankara'ya daha hakim olduğum için aynı şeyi söyleyemem :)

Bir müddet daha aradıktan sonra buluyoruz. Çok görülmeye değer değil bana kalırsa; ama hemen yan tarafta bulunan heykel kompozisyonu görülmeden geçilmemesi gereken bir yer. Sofrada yemek yiyen ve bir yandan pek çok insanın bulunduğu bir masa yapmışlar. Onlarca kişi heykellerle fotoğraf çekebilmek için sıra bekliyor..




Artık hava karardı ve radarımızda bir müze daha var. Adı "Sovyet Müzesi". Hostelin olduğu bölgeye yakın. Yürüyerek epey uzak kaldığından metroyu tercih ediyoruz. Bu müze de adres olarak Nevsk üzerinde görünüyor. Apartman numarasını buluyoruz; ama müze görünmüyor. Çevredekilere soruyoruz. Garaj benzeri bir yerden bir barın holüne, oradan da bir bahçeye çıkıyoruz. Bahçeye bakan binalardan birinde son derece ufak şekilde müze benzeri bir yazı var Rusça. Kapıyı çalmadan önce şifre girmek gerekiyor. Haritamızda hangi şifrenin girilmesi
gerektiği yazıyor. Lakin hakikaten tuhaf bir sistemleri var ve çözemiyoruz. Diafondan bir ses duyuluyor. Elbette vücut dili olmadan anlaşmak imkansız. Hemen ardından apartmanın bir camından genç birisi çıkıyor. Müzeye geldiğimizi söylüyoruz. Şu anda kapalı olduğunu söylüyor. Dedikleri pek anlaşılmıyor. Ama gene de kapıyı açıyor. Müze, sıradan bir bina. Ama katlarda atölyeler var. Koridorlarda yürürken Sovyet dönemine ait bazı eşyalar, yayınlar görüyoruz. Gezebildiğimiz yer son derece sınırlı.

Kendimizce her yeri gezdikten sonra binadan çıkıyoruz. Bu esnada bahçede köpeğini gezdiren orta yaşlı bir kadına denk geliyoruz. Kendisi aynı zamanda bize Rusya'daki en unutulmaz anları yaşatan kişi olacak. İngilizcesi sıfır düzeyinde. Ama gene de bizimle iletişim kurmak istiyor. Rusça ve vücut diliyle bir şeyler anlatmayı deniyor. Biz de müzeyi gezmeye geldiğimizi söylüyoruz. Bu kelimeyi -müze- anlıyor sanırım :)

Aynı bahçeye bakan bir ufak dükkana götürüyor bizi. Hediyelik eşya dükkanı. Ama çok çok orijinal şeyler var. İçerdeki kadınla arkadaş oldukları belli oluyor. Bu kadın da İngilizce bilmiyor; lakin o da bir şeyler söylemeye çalışıyor. Kadınla ve arkadaşıyla bir türlü anlaşamıyoruz. Dükkanda çok sayıda ve değişik şeyler var. Ama fiyatlar el yakıyor. Bir şey almak istiyoruz; fakat kararsız kalıyoruz. Bu esnada kadın bizi dükkandan çıkartarak bir yere götürmek istiyor.

Biz de ses çıkarmadan takip ediyoruz. Yine aynı bahçeye açılan farklı bir apartmana giriyoruz. Burası gizli kalmış cennet gibi adeta. Duvarların dekorasyonundan asansör süslemelerine kadar her yerde farklı bir şey yaratılmış. Binada resmen bir cümbüş var. Kadın bizi en üst kata kadar çıkartıyor. Hayret içerisinde, etraftan gözümüzü alamadan çıkıyoruz. Burda ise anahtarıyla kapıyı açıyor ve bizi kendi atölyesinin bulunduğu dünyaya buyur ediyor.
Burda kendisine, eşine ve bazı başka sanatçılara ait resimler ve heykeller var. Özellikle heykellerin hikayesini anlatmaya çalışıyor bize. Örneğin kafasını iki elinin arasına almış olan adamın yüzünün bir yarısının düşünceli; diğer yarısının ise neşeli olduğunu fark ediyoruz. Keza kemancı adam heykeli için de bir şeyler anlatıyor. Resimlerde ise kedi figürü çok yaygın olarak kullanılıyor. Şaşkınlık içerisinde atölyeyi geziyoruz. Ardından tekrar kapıyı kitleyip çıkıyoruz.
Turumuzun sonuna geldiğimizi düşünürken önümüze yeni bir dünya çıkıyor. Çünkü kadın bu kez bizi evine götürüyor. Bu da hemen yan taraftaki, az önce müze diye girip sadece koridorlarında dolaştığımız binanın içerisinde. Nereye götürdüğüne dair pek fikrimiz yok; ancak açtığı kapının ardından müthiş bir çiş kokusu geliyor. Haftalardır temizlenmiyormuş gibi.. İçerde bizi kadının eşi ve az önce gezdirdiği köpek karşılıyor. Hep beraber, daracık evde yaşıyorlar..
 Adam, sonra eserlerin altında adını gördüğümüz için öğreniyoruz ki adı Lutsian, son derece sıcakkanlı. O da bizi görünce bir şeyler anlatmaya başlıyor. Hatta karı-koca atışması olduğunu düşündüğüm tatlı sert bir diyaloğa giriyorlar eşiyle. Ev adeta çöp ev. İçerde yok yok. Belki de 80 yıldır atılmamış malzemeler var. Lutsian o kadar güler yüzlü ki; birbirimizi anlamasak da konuşuyoruz sanki.. Eşi bize bazı sanat dergilerini ve Lutsian hakkında yazılmış, evet bir biyografi, Almanca kalın bir kitap gösteriyor. Belli ki tanınan bir sanatçı.
Bir süre "sohbet ettikten" sonra bir dosya getiriyorlar. Dosyanın içerisinde kara kalem çalışmalar var. Kadın bize hepsini teker teker gösterdikten sonra istediklerimizi almamızı gösteren işaretler yapıyor.. Bana o kadar inanılmaz geliyor ki, bu resimlerden almaya utanıyorum. Neyse ki halam el atıyor birkaç tane resim seçiyor. Tek başıma olsam asla cesaret edemeyeceğim bir davranış olduğundan, kadının resimlerini gerçekten vermek istediğine emin olmak istiyorum. Halamın resim seçmesi kadının hoşuna gidince biz de Aynur ile birer tane resim seçiyoruz. Halam birkaç tane seçtikten sonra kadın seçilenlerden birini vermek istemiyor. Belli ki O'nun için daha anlamlı.

Ayaküstü bize Rusça birçok şey anlatıyorlar. Belli ki yeni ve dinleyici insanlara hasretler. Biz de öylece dinliyoruz anlamasak da.. Bir müddet sonra ayrılık zamanı geliyor ve sarılıyoruz. Bir Rus'a karşı böyle sıcak duygular hissedebileceğim aklıma gelmezdi; ama oluveriyor. Bu tesadüfe yol açan herşeye; kadına ve Lutsian'a şükran duyuyorum..

24 saat açık kitapçıda keman şeklinde kitaplık
Apartmandan çıkıyoruz, geldiğimiz yolu izleyerek. Tekrar Nevsky Prospekt'teyiz. Şaşkınlığımız, mutluluğumuz, neşemiz henüz üzerimizdeyken yürüyoruz cadde boyunca. Hediyelik eşya dükkanları var büyükçe. Birine girip Türkiye'ye götürmek üzere matruşka ve diğer hediyelik eşyalardan alıyoruz. Fiyatlar bize epey pahalı geldiği için çok beğendiğim şeyleri almakta imtina ediyorum. Örneğin üzerinde değişik biçimlerde Putin, Obama resimleri olan ve çok yaratıcı matruşkalar var. Ama 1200 ruble - 80 TL- civarında. Aynur'un da çok hoşuna giden kartpostallar oluyor. Fakat bunlar bile 150 rubleden satılıyor. Biz de çaresini buluyoruz ve 2 tane kartpostalı çaktırmadan çantaya indiriyoruz :) Ne de olsa üçümüz toplam 1000 ruble civarında alışveriş yapıyoruz; iki tane ufacık karttan ne zararları olur?

Yol üzerinde üç katlı bir kitap dükkanı var. İçerde edebiyata dair yok yok denebilir. Ayrıca DVD'ler, puzzle'lar vs. Türkiye'de de aslında D&R'ın benzer konseptli dükkanları var. Ama bizde sanki biraz özenti duruyor. Örneğin Tunalı'daki 5 katlı mağazalarında hiçbir zaman insanların, gençlerin, grup grup gelip koltuklarda kitapları uzun uzun inceleyip, tartıştıklarına şahit olmadım. Grup şeklinde erkek popülasyonu genelde internet kafe, maç ya da bilardoya falan gider. Kültürel aktivitelerle ilgilendiklerine nadiren şahit olmuşumdur..

Bu kitapçıdaki banklar dinlenmemize vesile oluyor. Saat gece geç olmasına karşın içerde bir insan sirkülasyonu var. Bizim ise uğramayı düşündüğümüz son yer gece hayatı için tavsiye edilen barlardan birisi. Ardından gece 3'te trene bineceğiz. Ancak öncesinde hostele uğrayıp sırt çantalarımızı almamız gerekiyor..

Nevsky'de gece 12 suları, henüz dönüşe geçmemişken
Elimizdeki haritada adı geçen barı bulamıyoruz; ama yakında başka bir bara giriyoruz Aynur ile. Halam ise dışarda biraz daha gezmek istiyor. Biz birer bira içiyoruz. Üzerimizde günün tüm yorgunluğu var. Halam ise gençlere taş çıkartacak bir dinçlikle etrafta biraz daha geziyor ve ardından bara dönüyor. O gelince hemen hesabı ödeyip kalkıyoruz. Saat gece 2 civarı. Önce hostele oradan da gara yürüyeceğiz. Nevsky boyunca yürüyoruz. Yürüdükçe hem yorgunluk artıyor, hem de adımlarımız hızlanıyor. Çünkü dakikalar boyu yürümemize rağmen sanki ilerlemiyormuşuz gibi bir his var. Nevsky'de genelde dertsiz tasasız; yalnızca keyfini sürerek yürüdüğümüz için aslında ne kadar uzun bir cadde olduğunun farkında değiliz belki de.

Caddenin sonuna varmak üzereyken, treni biraz riske attığımızı farkediyoruz. Ama bu caddede yürümesi gerçekten, ilk defa bu kadar uzun sürüyor. Bilsek taksiye binerdik diye hayıflanıyoruz. Adımlarımız hızlanıyor. Caddenin sonuna varınca ikiye ayrılmaya karar veriyoruz. Halam hemen yolun karşısında bulunan tren garında bizi bekleyecek. Biz ise yaklaşık 7-8 dakika mesafedeki hostele gidip çantaları alıp geri döneceğiz..

Üzerimizde stres var. Bu aksilikler yetmezmiş gibi bir de bacağımın ağrısı tutuyor. Uzun saatler yürüdüğüm zamanlarda, her seferinde baş gösterdiği gibi.. Galleria AVM'nin yanındaki otopark girişinden kestirme yola çıkıyoruz. Hemen 200 metre ötede hostelden çantaları alıp çıkacağız. Ama o güne kadar geceleri dahil her zaman açık olan otoparkın arkasındaki yolu demirle kapatmışlar. Kafamdan aşağı resmen kaynar sular dökülüyor! Çünkü hemen önümüzde duran hostele bu yoldan çıkamazsak arkadaki sokaktan geçmemiz gerek; bu da en az 15 dakika daha yürümemiz gerek. Zaten trene ucu ucuna yetişeceğimiz için oturup ağlayasım geliyor. Ama başka çözüm bulmak zorundayız..

Yola çektikleri demir kapı 2 metre yüksekliğinde. Bacağımdaki ağrıdan dolayı tırmanmama olanak yok. Neyse ki Aynur deneyebileceğini söylüyor. Ben de kendisini ittirerek, bazen de ayağını basması için destek olarak Aynur'un tırmanmasına yardımcı oluyorum. Aynur demir kapının üzerinden atladığı gibi hostele koşuyor. Bir iki dakika içerisinde elinde ve sırtında çantalarımız ve poşetlerimizle geri geliyor. Esas zor olan kısım diğer taraftan tırmanmak. Önce çanta ve poşetleri benim olduğum tarafa fırlatıyor. Ardından kendisi tırmanmaya çalışıyor. Bu sefer benim yardımcı olmam çok daha zor. Elimi demir parmaklıkların arasından geçirip bulunduğum girişimler pek de işe yaramıyor. Aynur bulunduğu tarafta demir kapının üzerindeki işlemelere ayağını geçirerek birkaç deneme yaptıktan sonra başarılı oluyor ve bu tarafa atlıyor. Kendisi için gerçekten zor bir deneyim. Zaten ikimiz de kan ter içerisinde kalıyoruz. Halen trenin saatine 10 dakika kadar zaman var. Hemen koşmaya başlıyoruz. Ana caddeye çıkınca derhal taksiye atlayıp "Moskovski Vagzal" diyoruz. Adam bizim telaşımızdan hemen yola çıkıyor. Bahsettiğim mesafe ise 300 metre kadar! Ama yapacak bir şey yok. Yürümeye kalksak trene yetişme ihtimalimiz yok.. Hepi topu 30 saniye süren bir yolculuk. Cüzdanımda 50 ruble hazırlıyorum. Taksici ile herhangi bir münakaşaya girecek kadar zamanımız da yok. Garın önüne geldiğimiz gibi taksiciye ücreti veriyorum ve arabadan fırlıyoruz.

Zaten bitap düşmüşlüğümüz her halimizden belli olsa da pes etmek istemiyoruz. Garın içine jet hızıyla koşuyoruz ve orada halamla karşılaşıyoruz. O anda O'na da açıklama yapacak zaman yok. O da koşumuza katılıyor. Moskova treninin kalktığı perona gidiyoruz. Oradaki görevliye bileti gösteriyoruz. Görevli diğer uçtaki perona yönlendiriyor. Nefes alacak takatimiz yok, neredeyse. Diğer uca koşup Moskova trenini bulmamız ile trenin hareket etmesi bir oluyor. İçerde camın arkasından bakan görevliye işaretler ediyoruz ama nafile. Bu konularda çok katılar. Trenle aynı hızda yürüyerek ısrar ediyoruz. Ne de olsa şu an kapıyı açsa çok rahat binebiliriz. Ama oralı değil. Hatta eliyle çapraz yapıp ısrarla reddettiğini gösteriyor, ardından da arkasını dönüyor. O noktada pes etmişlik, pişmanlık, keşkeler beynime hücum ediyor. Ama artık ne desek de boş. Yakalayamadık. Hem de 30 saniye önce gelebilseydik binebilecektik. O 30 saniye nerede kaybedildi, bardağın neresinden bakıldığına göre değişir. Ama kesin olan, eğer otoparkın demir kapısı kapalı olmasaydı yakalamakta sıkıntı yaşamayacağımız...

Önce treni kaçırdığımız noktada öylece oturup kalıyoruz. Sonra gene çözüm bulma zamanı. Etraftaki bir kız bilet ofisiyle konuşmamız durumunda ücretin yarısının iade edileceğini söylüyor. Bu açıklama bana şüpheli gelse de denemekten bir şey kaybetmeyeceğiz. Bilet ofisine gidince görüyoruz ki ofis gece 3 ile 4 aralığı dışında günün 23 saati hizmet veriyor! Garın içinde koltuklarda uyuklamaya başlıyoruz. Vücudumuzdan yorgunluk akıyor. Artık zaman kavramı gevşiyor. Hemen yanımızda zihinsel problemi olan bir Rus oturuyor. Kendi kendine bir şeyler söyleyip duruyor..

Bir ara Rus polisi gelip herkesi zorla uyandırıyor. Genel adetleri olduğu üzere hödükçe; copuyla tartaklayarak! Biz tam olarak uyuyor halde bulunmadığımızdan ne olduğunu soruyoruz. Ama elbette İngilizce konuşmuyorlar ve iletişim kurmaya tenezzülleri yok. Kendi vatandaşlarına da pek farklı değiller. Herkese dışarıyı gösteriyorlar. Tüm insanlar teker teker garın dışına çıkıyor. Bizi de tek bağırışla kapı dışarı ediyorlar. Bu noktada Murph kanunları işliyor. Bela bir defa başladıktan sonra kesilmesi zor! Eyvallah etmek gerek..

Dışarda hava soğuk. Türkçe biraz bilen Özbeklere denk geliyoruz. Bomba ihbarı olduğu için tüm garın boşaltıldığını söylüyorlar. Oracıkta belirsiz bir süre boyunca bekleyecek dermanımız yok. Hemen yolun karşısında 24 saat açık bir restoran var. Oraya gidip sıcak bir şeyler yiyip, yeni stratejimizi kararlaştırıyoruz. Gişeden en yakın zaman için yeni bir Moskova bileti alıp, hostelle de bir gün ücreti karşılığında sabah 7'de girip gece geç bir saat olmadan çıkmanın pazarlığını yapacağız.

Birisi restoranda beklerken diğer iki kişi gişeye gidiyor dönüşümlü olarak. Çünkü ilk gidişte halledemiyoruz. İkincide gerçekten de yarı ücret geri ödeniyor. Ardından ertesi gece için yeni bir trene bilet alıyoruz. Bize önceki biletlere nazaran biraz daha pahalıya, 1600 ruble kişi başı, malolsa da şükretmemiz gereken bir haldeyiz. Neyse ki en önemli mevzu çözülüyor. Bazı günlerde trende dahi bu fiyatlara yer bulmak mümkün değil..

Artık sabah 7 civarı. Hostele gidiyoruz. Dört saat önce treni kaçırmamıza sebep olan demir kapı şu anda açık. Resepsiyonda Anna var. Aynı zamanda ilk gün geldiğimizde bize ekstra ücretler bildirdiği için tartıştığımız kişi. Treni kaçırdığımızı ve yenisine bu gece bineceğimizi; sadece uyuyacağımızı ve toplam 14 - 15 saat kadar kalacağımızı söyleyip bir gün ücreti kesmesini rica ediyoruz. Kabul ediyor. Ne yalan söyleyeyim, şaşırıyorum. Genelde çok katı bir tutumları olduğundan, insanların haline üzülüp de esneklik tanıyabileceklerine ihtimal vermiyorum...
Ah bu kuyruklar!

Doğruca yatıyoruz, uyandığımızda ne yapacağımızı bilmeden.. En güzel uyku belki de bu oluyor. Kalktığımızda saat 2 civarı. Aynur ile Hermitage'a gidip bir kez daha şansımızı denemeye karar veriyoruz. Halam ise pek yanaşmıyor. O Sovyet Müzesi'ne tekrar uğrayıp Lutsian ile eşine yanımızda bulunan birkaç hatıra bırakmak istiyor. Örneğin kendi yüzüğünü.. Biz Hermitage'a saat 15.30 gibi ulaşıyoruz. Yine bir kuyruk.. Demek ki giriş bedava olmasa da insanlar epey hevesliler. İlk gittiğimizdeki kadar değil; ama gene de kuyruğa girsek, içerde bir mont kuyruğu daha olacak ve gezmek için belki de 1 - 1,5 saat kalacak. Dolayısıyla bu parayı vermeye değmez diyerek vazgeçiyoruz.

Şehirde turluyoruz. Yeni kitapçılar görüyoruz. Yeni ve değişik dükkanlar. Sonra hostele dönüyoruz. Bu akşam yemeğimizi hostelde pişirip, toparlanıp saat 21.30 gibi ayrılacağız. Bu kez işimizi şansa bırakmayacağız. Hem de bu kez tren farklı bir tren garından kalkıyor! Metro kullanarak ulaşacağız. Hiç koşturmaca ve telaş olmadan hostelle vedalaşıp gara gidiyoruz ve trenimize biniyoruz. Trende harikulade İngilizce konuşan birisiyle tanışıyoruz. Amerika'da farklı dönemlerde birkaç aylık periyotlar halinde kalmış. Tavırlarıyla da diğer Rusların aksine son derece sıcak kanlı. Ayaküstü epey sohbet ediyoruz. O'na pek Rusa benzemediğini söyleyince bozuluyor :) İklimimiz soğuk, o yüzden böyleyiz, enerjimizi korumaya ihtiyacımız var diyor..

Trende gayet kaliteli bir uyku uyuyorum. Sabah olunca her vagonun arka kısmındaki bölmeden bardak ve sıcak su alarak çay, kahve içilebiliyor. Hatta herkes görevli kadından rica ediyor. Görevli de herkese standart üzerinde orak-çekiç bulunan bir bardakla çay servisi yapıyor. Biz de rica ediyoruz. Ama çemkirme tonunda bir şeyler söylüyor. Halbuki herkese servis yaptığı gayet ortada.. Bizim kompartımanda altımızdaki yatakta yatan iki abla çetin ceviz çıkıyor ve kadınla laf dalaşına giriyorlar. Yabancı olduğumuz için yapılan ayrımcılığa göz yummamaları içimde bir sıcaklık oluşturuyor. Sarılmak istiyorum:) Ablaların bastırmasıyla görevli kadın iki bardakta sıcak su verip bize veriyor. Ablalardan birisi de çantasından birer poşet çay veriyor. Böylelikle sabah çayımızı trende içiyoruz..

Tren kaçırmamız sebebiyle programımız sıkışıyor. Çünkü Moskova'da Nazım'ın mezarına gitmek ve Kızıl Meydan'ı gündüz gözüyle görmek istiyoruz. Trenden inince doğruca Novodeviçi Mezarlığı'nın yolunu tutuyoruz. Nazım'ın mezarını bulmak zor olmuyor. Kapıdaki görevliye sorunca hemen anlıyor ve tarif ediyor. Mezarının başında çokça çiçek var. Hatta Türk bir grupla karşılaşıyoruz. Mezarını çok merkezi bir noktaya koymuşlar, o dönemki Sovyet rejimine olan muhalefetine rağmen..
Novodeviçi Mezarlığı ünlülerin mezarı. Pek çok meşhur siyasetçi, yazar, sanatçı burada yatıyor. O yüzden olsa gerek, mezarlar pek gösterişli ve mezarlık bakımlı.. Nazım'ın mezarına çiçek bırakamıyoruz; ama hem not yazıyoruz hem de bir ajanda sayfası, 2 ve 3 Haziran 2013'ü gösteren.. Mezar başında biraz zaman geçirdikten sonra başka yazarların da mezarına bakmak üzere ayrılıyoruz. Biz ayrılırken 1'i Türk, diğeri Rus iki kadın daha geliyor..

Kendi başımıza Rus büyüklerinin mezarlarını bulmakta zorlanıyoruz. O esnada yabancı bir gruba denk gelip onlardan yardım alıyoruz. Arkalarına takılıp Gogol'un mezarına gidiyoruz. Genele nazaran oldukça sade bir mezar.. Elinde haritayla mezarlara bakan kişi, etrafta tanımadığım birkaç Rus yazarın daha adını söylüyor.. Grupla daha fazla gezmekten vazgeçip mezarlıktan ayrılıyoruz. Sıra Kızıl Meydan'da. Metroyla doğruca o bölgeye gidiyoruz. Bölge denebilir; çünkü yürüyerek epey zaman alan bir yer.
Metro durağından indiğimiz yerde, Kremlin Sarayı'na girilebildiğini ve kuyrukta çok sayıda insanın olduğunu görüyoruz. Ama saat 16.30 civarında turlar son buluyor. Girmemize gene zaman kalmıyor.. Meydana tek bir noktadan giriş var. Orada da polis kontrolüyle ve bir miktar beklettikten sonra.. Meydanı çevreleyen bölgede Kremlin Sarayı'nın surları, St. Basili Katedrali ve diğer tarihi binalar var. Lenin'in mozolesi de Kızıl Meydan'da bulunuyor..

                        
120 yıl önce de varmış GUM alışveriş merkezi!






Meydana girdiğimizde hava da kararmaya başlıyor. Bir türlü gündüz gözüyle göremediğimize hayıflanıyorum. Kremlin'in karşısında bulunan Gum Alışveriş Merkezi'nin 120. yılı kutlanıyor! Bunun şerefine AVM'nin önüne bir platform koymuşlar. İçerisinde buz pateni yapılıyor. Açık havada buz pateni Aynur'a gene cazip geliyor; lakin fiyatlar uçuk. Saatliği 1000 ruble civarında. Hem de görece olarak ufak bir bölge. Çok fazla insandan talep gördüğü için de ayrıca küçük görünüyor olabilir. Çünkü ufacık yerde yüzlerce insan paten yapıyor. Ben patende zaten en ufak çarpma tehdidinden dahi tedirgin olduğumdan benim için güvensiz sayılır..

İçeri girip GUM'u da geziyoruz elbette. AVM işte, ne kadar farklı olabilir. En aykırı gelen şey tuvaletin sadece bir tane olması. Önünde çok uzun bir kuyruk var. Özellikle de kadınlar tuvaletinin önünde yarım saat beklenen cinsten. Tuvalet hizmetini parayla verme konusunda epey istekliler kanımca. İçerde kokoş görünümlü Rus oligarkları da var. Uzun süre kalmak ise sıkıcı oluyor. Biz de yanımızdaki sandviçleri yedikten sonra gene yola koyuluyoruz..

Beş günlük bir aradan sonra tekrar Puşkino yolundayız. Ne trende ne de istasyonlarda hangi durak olduğunu bildiren tabelalar bulunduğundan Rusça bilmeyenlerin sıkıca takip etmesi gerek. Çünkü trende sadece Rusça sesli anons yapılıyor. Nitekim ilk defa yanımızda İsa abi olmadan trenle Puşkino'ya geldiğimizden yanlış durakta iniyoruz. İnince anlıyoruz; ama yapacak bir şey yok artık. Bir sonraki trene binip, bir durak gidiyoruz. Meğer sadece bir durak erken inmişiz.

Bitmez tükenmez banliyö treni yolculuklarımız
Ve uzunca bir aradan sonra İsa abi ve arkadaşlarıyla akşam yemeği yiyoruz. Ertesi gün dönüşlerimiz halamla gene farklı meydanlardan. Uçağımız akşam 5 civarında. Geceden valizleri hazırlıyoruz. Sabah erken kalkıp şehirde biraz daha gezme niyetimiz var. Ama gene beceremiyoruz. Kahvaltıyı bitirip de evden çıkmaya hazır olduğumuzda saat 12.30. Ve tabi bitmez tükenmez tren yolculuğu ve hatta öncesinde tren garına ulaşım.. Ama halam gene bizden daha azimli. Kahvaltısını erkenden yapıp evden ayrılıyor. Tekrar Türkiye'de buluşmak üzere vedalaşıyoruz. Biz de O'ndan bir saat sonra evden çıkıp merkeze gidiyoruz..

Yanımızda valizler de var artık olanca ağırlığıyla. Valiz emanet yerleri buluyoruz. Lakin 2 saatlik emanete bile tüm gün parası istiyorlar. Sinirimiz bozuluyor ve merkezde daha fazla gezmeden havalimanına gidiyoruz.

Sonradan aklıma gelen bir şeyi de eklemeden edemeyeceğim: İngilizce konuşabilen az sayıdaki Rus'a meramını anlatmaya kalkınca en güler yüzlüsünden en suratsızına herkesin aynı cümleyi -"what do you want?"-kullanması kültürlerinin bir dışa vurumu olsa gerek..

Nisan'da İran'da görüşürüz..